Neden  Bir Değini

Kategori: Edebiyat Yazar: Thomas Bernhard Yayınevi: Sel Yayıncılık

Neden Bir Değini

    Tanıtım Bülteni
    Thomas Bernhard otobiyografik beşlemesinin ilk kitabı Neden – Bir Değini’de orta ve lise öğrenim döneminde yaşadıklarını son derece çarpıcı bir biçimde yansıtıyor. Doğal güzellikleri faşist ve Katolik yapısıyla gölgelenen Salzburg’da yetişen bir gencin ruhen kötürümleşmesi yalnızca bombardımanlara ve savaşın yıkıcı etkilerine bağlı değildir. Önce Nasyonal Sosyalizmin, sonra Katolikliğin çarkları arasında öğütülen şey, körpe zihinlerin yaratıcılığıdır ve bu karanlık içinde intihar daima cazip bir kurtuluş kaynağıdır.Bernhard, kendi yaşanmışlıklarından damıttığı eserinde, her zamanki sert, eleştirel üslubu ve derinlikli sorgulamalarıyla baskı ve disiplinin, aile ve eğitimin körelticiliğine ışık tutarken aynı zamanda da bir karşı çıkış, bir direniş destanı yaratmayı başarıyor…
    Kitap AdıFormatBoyutBağlantı
    Neden Bir DeğiniPDF6.23 MB İndir
    Neden Bir DeğiniEPUB6.96 MB İndir
    Neden Bir DeğiniMOBİ5.49 MB İndir
    Neden Bir DeğiniODF5.86 MB İndir
    Neden Bir DeğiniDJVU7.32 MB İndir
    Neden Bir DeğiniRAR4.76 MB İndir
    Neden Bir DeğiniZIP4.39 MB İndir

    Sponsorlu Kitaplar

    SatıcıKitap AdıBağlantı
    BKM KitapSessizlik Artık SensizlikSatın Al
    KitapyurduYüreğin Yorgunluk GörmesinSatın Al

    Kitap Yorumları - (5 Yorum)


    Otuz yıl önce Salzburg sevilmeye hazırdı, Bernhard ortaokul ve lise öğrenimi için büyükbabasının isteğiyle şehre geldiği zaman doğal güzellikler insanın önüne büyülü bir dünya seriyordu ama yapılar, tarihin kasvetli ve sıkıntılı anıtları bir o kadar yıldırıcıydı. Bernhard zaten kırık gelmişti, annesini terk eden babasının II. Dünya Savaşı’nda ölmesinin pek bir önemi yok. Baba zaten oğluyla hiç ilgilenmiyordu ve oğul savaş sırasında yıkıntıların içinde yürürken kopmuş bir çocuğun eline basıyordu, bunlar büyük travmalardı ama insanların, ailenin, şehrin, dünyanın kuşattığı bir ruh için çürümüşlüğün parçalarından başka bir şey değildi. Çocukluktan itibaren çürümek, Bernhard’ın başına gelen buydu. Kokuşmuş bir şehrin yalancı, rezil insanları binalardan farklı değil, yağan bombalardan da. Doğanın bu durumda iyi olması mümkün değil, görünürde mümkün ama mutluluktan kopuşun damgasıyla mühürlü.
    Bernhard kendini anlatıyor, kurgularındaki kahramanlarını ve olayları da. Bildiğimiz üslubuyla. Nesi varsa. Sarmal; sürekli aynı yere dönebilir ama hep farklı yolları kullanır, anlatısını bu şekilde biçimlendirir, genişletir.
    “Yaratıcılığın en ufak bir parıltısı görülse derhal kökü kazınıyor.” (s. 9) Nasyonal Sosyalizm – Katoliklik ikilisi birkaç neslin ışığını söndürüyor ve Bernhard da bunların arasında, ölümcül bir hastalık olan şehrin bir köşesindeki yurdundan okuluna gidiş gelişler, önünden geçilen dükkanlar, insanlar, her türlü virüs sıralanmıştır ve çocuğun aklına hücum etmek için bekler. On üç yaşındaki bir çocuğun hissettikleridir söz konusu olan, sonradan biçimlenen anılar değil. Travmalarımızdan ibaret olduğumuz söylenir, öyleyse on üç yaşın bu korkunç travmasının yansıması olan anlatı biçimi, sonraki metinlerde çok küçük değişimler haricinde aynı kalan bu biçim travmanın, on üç yaşın ta kendisidir, Bernhard on üç yaşının ruhuna sıkışıp kalmıştır, yaşadığı süre boyunca başka bir duygunun çekimine kapılmamıştır, kokuşmuşluğu bir kez gördükten sonra başka hiçbir şeyin önemi kalmamıştır, on üç yaşın bunaltısı dışında. Tekrarlar, hep aynı koltuk, hep aynı sokaklar, kurmaca on üç yaşın tekrarlarından ibarettir, günlerin küçük değişimlerinin yol açtığı farklılaşma kurguda da görülür ama o kadar, ne bir çıkış, ne bir umut, sadece leş kokusu ve nefret, insanların doğasından kaynaklı.
    Leş gibi kokan bir yurt, otuz dört çocuk. Grünkranz bir SS ve okulun müdürü, eşi onun kadar sert olmasa da korkunun cisimleşmiş halleri. Bernhard’ın tokat yemeden önünden geçtiği az, despotizm savaşın kazanılmasıyla artmıştı ama Alman orduları geri çekilmeye başlayınca, şehir bombalar altında kalınca gözlerine çöken umutsuzluk küçük de olsa sevinç kaynağı haline geliyor. Gardiyanların gözlerinde, öğretmenlerin davranışlarında bir korku, tedirginlik. Bastırılan topluluğun intikamını alacağı korkusu. Yersiz; insan bastırılmak için uygundur, sadece kırmamak gerekir. Yeterli bir süre beklenirse kendiliğinden kırıldığı görülür. İntiharlar. “Diğer yatılı öğrencilerle birliktelik, daima intihar düşüncesiyle birliktelik olmuştur, en başta intihar düşüncesiyle, ancak ondan sonra öğrenim ve eğitim içerikleriyle.” (s. 14) Bernhard ayakkabı odasının leş kokusu içinde keman çalar, tekniğini ilerletmeye çalışır ve aklına intihar gelir. İntihar herkesin aklındadır, aklından öte gözlerinin önündedir. Öğrenciler yılarak kendilerini atarlar, sırada kimin olduğu çoktan tahmin edilmiştir. Bernhard için keman hem bir intihar, hem bir kurtuluştur. Müziğin matematiğinden uzak kaldığı müddetçe büyükbabasıyla yaşadığı çocukluk yıllarından beri aklından çıkmayan intihar fikri geçici olarak kaybolur ama ne zaman öğretmeni Steiner Bernhard’ı baskılasa, kendi çarpıklığını çocuğa gösterse keman bir işkence aleti olur. Zaten bir bomba tarafından parçalanacaktır, hem tutsak alıp hem özgürleştirdiği ruh, etkisinden kolayca kurtulur. Çocuk bir daha keman çalmak istemez. Büyükbabanın torunu için düşündüklerinden biri eksilir. İngilizce kursu ikincisiydi, çocuk bir gün ders aldığı kadının evinin bulunduğu sokağa gidip moloz yığınlarından başka bir şey bulamayınca o da kesilir.
    Keman, müzik, intihar edenler ve diğerleri, hangi metinler olduğunu söyleyemeyeceğim ama Bernhard’ın çoğu metnini biçimler. Sadece birini söyleyeyim, yirmi yıl sonra Salzburg’a dönüp aynı bunaltıyı yaşaması: Odun Kesmek.
    Amerikan uçakları gökyüzünde ölüm kuşları olarak uçmaya başlayınca sirenlerin çağı başlar. Önce akşamları, sonra günün her vakti. Sığınaklara bir koşu, uzaklardan gelen boğuk gürültüler ve ağlayanlar, kahkaha atanlar, gülenler, ölümü bekleyenler, gündeliğin saçmalıkları hakkında konuşmayı sürdürenler, Bernhard hepsini aklına kazır ve bayılanların, dışkılayanların, pisliğin içinde var olmaya çalışanların arasında hayatta kalmaya çalışır. Okulda ders işlenmez, yaşam sığınaklardan ibaret hale gelmiştir. Bir gün şehir baştan aşağı sarsılır, artık binalar da bombalanmaktadır. Yıkıntıların arasında bir çocuğun eline basan Bernhard’ın unutmayacağı bir görüntüdür bu.
    Kimse bunları duymak istemiyor. Bombalamalar, ölenler, hiçbir anı yok. Bernhard yirmi yıl sonra, otuz yıl sonra gidip soruyor ve hayır, bunları hatırlayan yok, hepsi silinmiş, hiçbiri yaşanmamış, bunları kim uyduruyormuş, hiç de öyle değilmiş geçmiş. Başkasının tarihi miydi, Bernhard bunları yaşadığından emin miydi? Diğerlerinin de emin olması için çekiçle vurur gibi yazdı sanırım, insanların zihinlerindeki kabuk kırılsın ve zavallılıklarının farkına varsınlar diye. Şehirliler kim olduklarının farkında değiller ama Bernhard çok iyi hatırlıyor; büyükbabası ölüyor, naaşının gömüleceği yer bulunamıyor. Bernhard’ın dayısı onca kiliseye gidiyor ama yok, adam kilise nikahlı olmadığı için kabul edilmiyor hiçbir yere. Ancak kokmaya başladıktan sonra, dayının yalvar yakarına dayanamayan bir piskopos izin veriyor, öyle. “Yüzlerce hazin, alçakça, dehşet verici ve gerçekten öldürücü deneyimden ötürü şehir benim için hep giderek daha katlanılmaz bir hal almış ve bugüne kadar temelinde katlanılmaz kalmıştır.” (s. 38) En kötüsü de Bernhard’ın bu insanlardan ve şehirden kurtulamayacağını bilmesi. Her şey onu oluşturan bir parça haline geldiği için kurtuluş yok, her istikamet şehre ve insanlarına çıkıyor, duyarsız insanlar bir çocuğun ruhunda büyüyen hastalığı görecek halde değil, çocuk bu hastalığı öfkeye dönüştürerek üstesinden gelmeye çalışıyor, yapabileceği başka hiçbir şey yok.
    Franz Amca başlıklı ikinci bölüm. Müthiş bir aile eleştirisiyle başlar. Aileyi oluşturanlar da aynı alçak insanlar, kan bağının bir anlamı yok. “Bizi dünyaya getirenler, yani ebeveynlerimiz tam bir cehalet ve alçaklık içinde bizi dünyaya getirmişlerdir.” (s. 53) İlk üç yıl bu alçaklığın tahribatıyla biçimlenir, zaten insanın yaşam içindeki oluşumu bu üç önemli yılda kabaca gerçekleştiği için geriye kalan yıllar ilk üç yılın etkisi altında, pekiştirilen cehaletin korkunç hasarıyla yaşanır. Çoktan mahvolmuş bir yaşam sürdürülür, eğitim bu mahvoluşu sürdürür, evlilik de bir diğer adımdır, insanların olduğu her yer çürümenin umutsuzluk yayan kokusunu taşır. Bernhard her şeyi, çürümenin sonsuzluğunu açık yüreklilikle anlatır. “Deli muamelesi görme pahasına da olsa, ebeveynlerimizin tıpkı kendilerinden öncekiler gibi dünyaya getirme suçu işlediğini ve bu suçun mutsuzluk yaratmak, giderek mutsuzlaşan bir dünyanın mutsuzluğunu artırmak için başkalarıyla işbirliği yapmak anlamına geldiğini söylemekten korkmamalıyız.” (s. 56) Sanırım aile için yeterince tahammül edildi, artık kutsallık saçmalığından kurtulup gerçeklerin ortaya dökülmesi lazım. Aynı şey öğretmenlik için, kutsal görülen her şey için geçerli. Söylenmesi gerekenleri söylemeyip kralın çıplaklığını alkışlamak yeter. Bernhard cesur ve bu cesurluğu beni metinlerine bağlıyor, Ahmet Sarı’nın incelemeleri dahil Bernhard hakkında ne yazılmışsa aldım, Bernhard’ın yazdıklarını da. Adamın öfkesi okurunun bastırdıklarını özgür bırakıyor ve insanı neyse o haline getiriyor.
    Katolik okulu. Almanlar gitti, yerine her yere katedraller diken ve Almanların beyin yıkama işlemini aynen sürdüren dindarlar geldi. Bernhard okuldan iyice tiksindiği için büyükbabasını hayal kırıklığına uğrattı ama kendi planları vardı, geleceğini kurgularken Almanların son kalıntılarının büyük bir vahşilikle ortadan kaldırıldığını gördü. Amerikalılar gıda için karne dağıtıyordu ve yeterli besinin olup olmadığını umursamıyorlardı, tehlike olarak gördüklerini hapse tıkmada da üzerlerine yoktu. Bernhard savaştan sonra da iki yıl boyunca kapalı kalan Avusturya-Almanya sınırını kaçak olarak geçip mektup taşıyordu sağa sola ama yakalandı, “velim” dediği üvey babası bu yüzden hapse atıldı. Ailesiyle arası yoktu, dediğim gibi, anne yeni kocanın çocuklarına bakıyordu, bir tek büyükbaba vardı. Doğayı, insanları büyükbaba öğretti. Zamanının sıkı anarşistlerindendi, oğlu -Bernhard’ın dayısı- da babasını izledi. Bernhard büyükbabadan kendini nasıl yetiştirebileceğini öğrendi. Almancada bunun için bir terim var ama ne olduğunu unuttum şimdi, Vonnegut bu terimi anıyor ve kendi kendisini yetiştirdiğini söylüyordu. Neyse, Bernhard yine de büyükbabasına kızgın, böylesi özgürlükçü ve parlak zihinli bir insan, torununu nasıl o kokuşmuşluğun abidesi olan okullara yollayabildi? Her şeye rağmen büyükbaba, Bernhard’ın sevdiği tek insan olabilir.
    Son. Bernhard on beş yaşında okulu bırakır, bir bakkalın yanına çırak olarak girer.
    Beşlemenin ilk kitabı. Bernhard’a başlamak için en iyisi bu aslında.


    Otobiyografik beşlemenin daha ilkini okumama rağmen, artık anlayabiliyorum. Korkunç şeylerden bahsediyor, kafasının içinde korkunç şeyler var çünkü hepsini yaşamış. Kopmuş çocuk ellerinin süründüğü kaldırımlara basmış.

    Bu adamı yine bön bön, eğlenerek okumayı mı isterdim yoksa hayatının bir kısmını öğrenmem iyi mi oldu, bilemiyorum. Elbette beşlemeye sıradan devam edeceğim.


    Thomas Bernhard otobiyografik beşlemesinin ilk kitabı Neden..Baskı ve disipline olan öfkesini, aile ve eğitimin önemini gözler önüne sererken takındığı eleştirel tavrı, üslubu ile sizi o günlerde yaşatıyor


    Seri kitapları seviyorum ama bazen tamamını da bir seferde sipariş vermiyorum başlayıp sonra karar vermek için. Bunun devamını alacağım kesinlikle


    Yazarın okuduğum ilk kitabı ve serinin devamını da kesinlikle okuyacağım.

    Bir yanıt yazın

    E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

    *

    *

    *