"Sakalım yok ki sözüm dinlensin…"İki aslan düşünün; biri yeleli, biri yelesiz. Heybetinin, bu serbestçe dalgalanan yelelerine ne kadar bağlı olduğunu göreceksiniz. Görkem ve ihtişam... Sakalsız bir yaşlı adamı düşünün. Bir de bembeyaz sakallı bir yaşlı adamı düşünün. Sakal, "duvar sarmaşığı" gibi, dayanıklı bir meşe gibi, eski bir kale gibi günbegün yüzü kaplamaya, başkalaştırmaya ve güzelleştirmeye devam eder. Bu ayrıksı Viktoryen kitap, eski zamanlardan bu yana erkekliğin nişanı olan sakalın evrensel kullanımına ilişkin sağlam dayanaklar sunuyor. Gowing, tarih boyunca sakallı erkeklerin cüretkârlığı ve enerjisi ile sinekkaydı bir suratın feminenliğindeki tezatı öne çıkarıyor. Kitabı okuyan erkeklerin maço ruhunu okşayacak cümleler, "Dur bakayım, erkekler neden kıllarına bu kadar meraklı?" diye kitaba dalacak kadınları hop oturtup hop kaldıracak cinsten. Sakalın sağlığa faydalarına değinirken, kadının erkeğe yardımcı olarak yaratıldığını öğreniyoruz. Sakallı bir kadının savaş alanındaki kahramanlığının kerametini kıllarında arıyoruz. Siz isterseniz kitabı "Sakal Felsefesi" olarak okuyun, isterseniz de "Bir kıl folikülü üzerinden cinsiyet eşitsizliğinin trajikomik anlatısı"!Tarihten, etkileyici sakal illüstrasyonlarıyla süslenmiş olan Gowing'in bu kitabı, "sakalım yok ki sözüm dinlensin," sözüne felsefi dayanaklar sunmaya çalışıyor.
Çok ilginç bitkiler var, fraktal yapıları çıplak gözle gördük. Ormana girdik, garip ağaçların fotoğraflarını çektim. Doğanın çocuk parkı gibi. Birkaç alet verilmiş, “Alın oynayın,” denmiş, ağaçlar ve otsu bitkiler, meyveler de dahil, kafalarına göre biçimlendirmişler kendilerini, öyle bir şey. Rüzgarda eğilenleri, kayayı delenleri, çeşit çeşit. Tarlalara çıktık ama çitle çevrilmişler, ötesine geçemedik. Tepelerde dolandık, dalların altında oturduk, otlayan hayvanları izledik. Sokaklarda dolandık, Yeşim’e eski evleri gösterdim. Dışarıdan bakınca, eh, yaşanabilir gibi geliyor ama pencereye yaklaşıp bakıyoruz, çatının ortası çoktan uçmuş, içeriyi ot bürümüş. Evler yalnız değil diye avundum kendimce, pek hüzünlü gelmedi bu. Üç gün boyunca dolandık durduk, yorgun argın döndük. Batı Kanonu canavar gibiydi, yedi zamanımı. Başka şeyler de birikti, elimden geldiğince yazayım. İyi gezdik ama. Yenice usulü köfteye doyduk, dağ bayır koştuk bazen. Aya Yorgi’ye çıkarken kız kazanmıştı, çayırda koşarken de geçti beni. Bacak boyu benim boyum kadar, kaslı maslı, yetişemiyorum. O zaman neden sakalla ilgili bir şeyler yazmayayım. Ben de yeni bırakmaya başladım, normalde sakal sevmezdim ama alıştım sanırım, iyiymiş sakal. Sonra bir yerde denk gelip malum kitabı aldım, okumaya başladım. İlginç. Çevirmen Özlem Koşar’ın sunuş yazısına bakıyorum, zorlandığı noktaları anlatıyor mesela, tanıdığı sakallı erkeklerden birinin totem olarak sakal uzattığını söyledikten sonra onca çevirisinin arasında en dertlisinin bu metin olduğunu, bunun sebebinin 1800’lerin ortasında yapılan, ağdalı, eski bir dil kullanılan konuşmanın metninin niteliğinden çok işin manevi boyuta bağlı olduğunu söylüyor. Cinsiyet ayrımcılığının yenilir yutulur tarafı yok, gerçi konuşmacı bazı noktalarda terbiyesi elvermediği için bazı alıntıları halk arasında söyleyemeyeceğini ifade ediyor, duyarlı davrandığı söylenebilir ama aradan yüz elli yıl geçtikten sonra gösterdiği hassasiyetin günümüzde hassasiyet olmaktan çıktığı ortada. Devam ediyor Koşar, bir kadın olarak metni çevirmesinin vebalini üzerinden atmak için giydiriyor konuşmacıya ve metnin adının istenirse, Bir Kıl Folikülü Üzerinden Cinsiyet Eşitsizliğinin Trajikomik Anlatısı olarak okunabileceğini söylüyor, teşekkür bölümünde de diğer pek çok şeyle birlikte yazara birlikte küfretmelerinden ötürü Yeşim Numan’a teşekkür ediyor.
Yayıncının Notu bölümünde Özcan Sapan’ın bir nevi günah çıkarması var, otuz yıldır sakal bırakan biri olarak konuşmacının sözlerine katılmadığını, kadınların süper olduklarını söylüyor ve böyle bir metni bastıkları için şakayla karışık özür diliyor. Onca sosyal problemin yanında sakal üzerinden kadınların hakir görüldüğü böyle bir metni bastığı için üzgün. İyi iş ama, 1850’lerin İngiliz aristokrasisine bakan bir pencere olduğu söylenebilir bu metnin, kadınların ve erkeklerin toplumdaki yerlerini doğrudan görebiliyoruz, hoş. Çevirmen olarak değil de, okur olarak sövebiliriz. Çünkü bu ne lan böyle, çenesinde sakal çıkmıyor diye kadınları aşağılamak nedir? Onu geçtim, aslanların yelelerinden krallıkları meşru kılınıyor, sakal olarak görülüyor yele. “Sakalı olmayan” hayvanlar ikinci sınıf hayvan olarak görülüyor. Parodi değil kesinlikle, vasatın altı insanın düşüncelerinin derlemesidir bu metin, okuyacağız ve gülüp geçmeyeceğiz, bu kafayı şöyle köşelerine kadar iyice bir temizleyip pırıl pırıl etmek insanlık vazifesidir. Evet. Başladım, Hamlet’le açılıyor. Sanki Bloom’un Shakespeare’i boca etmesi yetmemiş gibi biraz daha Hamlet. Sonrasında sakalın harikulade bir şey olduğunu unutan insanlara bir uyarı geliyor, modaya uyan insanların düştükleri yanılgıya lanet okunuyor, sakalı unutturan her şeyin köküne kibrit suyu dökülüyor, ardından fasıl başlıyor. Sakalın ne olduğundan giriyoruz, iyice bir tanımlanıyor, vücudun diğer bölgelerindeki kıllardan farkı anlatılıyor, yokluğunun fiziksel ve manevi güçsüzlük yarattığı söyleniyor. Sakalın faydaları için genişçe bir yer ayrılmış, bizi hastalıklardan koruyan kıllarımıza elbette müteşekkiriz, havadan bol bol tanecik soluduğumuz bir işimiz varsa sakal bir ölçüde işe yarar gerçekten, burun kılları gibi. Sıcak tutar, serin tutar, kesilmesi zaman kaybettirir ve sivilcelerin çıkmasına yol açar, surat savaş alanına döner, bir sürü şey. Aralara başka metinlerden bol bol alıntı konmuştur, sakalın yüceliği edebiyatta kendine yer ayırmıştır zira simgelediği nitelikler kurmacada bol bol kullanılmıştır. Tarihten inciler de sunulur, örneğin İskoç Demiryolu Hizmetlileri kendileri için getirilen sakal kuralından çok memnun olduklarını, diğer memurların da sakal bırakmalarını tavsiye ettiklerini söyleyen bir bildiri kaleme almışlar zamanında, boğazlarını soğuktan koruyabildikleri için devlete müteşekkirler. Konuşmacı pek çok güzellemeden sonra sakalın ölüme kadar -hatta sonrasında da- uzayan tek kıl yumağı olduğunu söyler, saçlar dökülürken sakal sıkıntı çıkarmadan uzamayı sürdürür. Bu işte bilgece ve hayırlı bir husus olduğunu teslim etmeyen insanın yaradılışa karşı duyarsız olduğunu söyleyerek faslı sonlandırıyor adam, bitirirken kadınların sakalsız olmalarını erkekler kadar zor bir hayat yaşamamalarına bağlıyor. Tarihte sakal bırakmış kadınları överken bu sözlerini unutmuş olsa gerek.
Sanatsal kısımda Grek heykellerinden girip Rönesans sanatçılarının yapıtlarından çıkıyor. Grek heykellerinde aslanların başlarından esinlenilmiş, sakal ayrı bir estetik değer katıyormuş, oyulması zormuş çünkü. Sakalsız, yaşlı bir adama bakmanın işkence olduğunu ekliyor, yüzdeki çatlaklar, kırışıklıklar, yaralar, bin türlü fecaat sakal yardımıyla gizlenebilirmiş, böylece insan içine çıkılabilirmiş falan. Acemlerin sakallarını çivit otu ve kırmızı kınayla boyamaları, başkalarının başka şekillerde sakalla ilgilenmeleri gibi örnekler üzerinden sanatsal yaratıcılığa ulaşıyor konuşmacı, böylece herkesin yüzünde kendine ait bir sanat eserini taşıyabileceğini müjdeliyor. İş zaman kaybından sanatla uğraşmaya kadar geldi, araya birkaç fabl sıkıştırıldı ki dinleyicinin ilgisi canlı tutulsun. “Maymun götlü” tabirinin maymunlu fabldan doğduğunu sanmam ama anlatılan hayvanlardan maymun olanı yerin dibine sokuluyor, keçinin sakalını kesmek istediği için. Her aklıma geldiğinde gülüyorum bu arada, “maymun götlü”. Alfred Jarry bir maymunu ve götünü en iyi anlatan yazar olabilir diye düşündüm şimdi, çoğu maymunlu metinde götlerinden eser yoktur, oysa bazı maymun türlerinin çok karakteristik bir götü vardır ve anlatıyla alakalı hale getirilmelidir ki bu nadide organdan mahrum kalmayalım.
Tarihe bakış bölümünde çeşitli milletlerin sakalla ilgili münasebetleri yer alıyor. Mısırlılar bazı özel durumlar haricinde sakal bırakmıyorlar, sakalı pis bir şey olarak görüyorlar ve tepeden inme bir şekilde haftada üç kez tıraş oluyorlar. Heredot’un dediğine göre hiçbir Mısırlının sakallı hiçbir Grek’i dudaktan öpmeyeceği, eşyasını kullanmayacağı ve elleriyle kesilmiş bir hayvanın etini yemeyeceği söylenmiş. Sakal iki millet arasında bu tür ayrılıklara yol açmış, vaziyeti kes. Yahudiler, Asurlular ve Babilliler, Acemler, Araplar ve Türkler anlatılıyor sırasıyla. Doğu kültüründe sakalın önemli bir yeri var tabii, birkaç örnek verilmiş. Türkler kendi sakallarını gösterip, “Bu ulu Sakal yalan mı söyleyecek?” derlermiş. Metinde ne zaman geçecek olsa büyük harfle başladığını söyleyeyim bu arada. Sakal Sakal Sakal. Peygamberin sakalı üzerine yemin etmek gibi huylarımız var, Allah’ın sakala zeval vermemesine dair temennilerimiz var, bir dünya kıl, tüy, yün sözü üretmişiz veya civardaki kültürlerden devşirmişiz. Romalıların ve Etrüsklerin sakal pratiğiyle ilgili değişik meselelerine de yer verilmiş. Sonrasında Kilise tarihine geçiyoruz ve azizlerin sakallarından sakal yasaklarına kadar geniş bir konu çorbasında ilerlemeye çalışıyoruz. Çorba biraz, çünkü metin konuşma olduğu için oradan giriyor, buradan çıkıyor, aşırı bir dağıtım olmasa da konu zor toparlanıyor.
Modern toplumlara geliyoruz, Britonlardan başladık. Komşuları Galyalılar gibi sakallılarmış bunlar da. Druidler de sakallı, o coğrafyadaki hemen herkes sakallı. Normanlar mekanı basıyor, onlar da sakallı. Sonra Judas İskaryot’un kızıl sakallı olduğu hatırlanıyor bir anda, sakallar anında kesiliyor. Bir şey oluyor, tekrar sakal uzatılıyor. Siyaset kılın hükmünü veriyor, hemen her çağda. Bir de Thomas More’un giden kellesinin öyküsü var, kralla ters düşen bu nadide ütopyanın nadide yazarı büyük bir cesaretle kellesini vermeye gidiyor, boynunu kütüğe dayadığı zaman sakalını kenara çekiyor ki balta sakallarını da kesmesin. İhanet suçunu sakalının işlemediğini, cezayı kendisinin çekmesinin yeterli olduğunu söylüyor ve gidiyor öbür tarafa, sakalı burada kalıyor, sağlam bir şekilde. Sonrası çokça sakal modaları, hükümdarların sakalla ilgili garip kararları, sakal vergileri altında inleyen halk, bir dünya olay.
Kitap Yorumları - (1 Yorum)
Çok ilginç bitkiler var, fraktal yapıları çıplak gözle gördük. Ormana girdik, garip ağaçların fotoğraflarını çektim. Doğanın çocuk parkı gibi. Birkaç alet verilmiş, “Alın oynayın,” denmiş, ağaçlar ve otsu bitkiler, meyveler de dahil, kafalarına göre biçimlendirmişler kendilerini, öyle bir şey. Rüzgarda eğilenleri, kayayı delenleri, çeşit çeşit. Tarlalara çıktık ama çitle çevrilmişler, ötesine geçemedik. Tepelerde dolandık, dalların altında oturduk, otlayan hayvanları izledik. Sokaklarda dolandık, Yeşim’e eski evleri gösterdim. Dışarıdan bakınca, eh, yaşanabilir gibi geliyor ama pencereye yaklaşıp bakıyoruz, çatının ortası çoktan uçmuş, içeriyi ot bürümüş. Evler yalnız değil diye avundum kendimce, pek hüzünlü gelmedi bu. Üç gün boyunca dolandık durduk, yorgun argın döndük. Batı Kanonu canavar gibiydi, yedi zamanımı. Başka şeyler de birikti, elimden geldiğince yazayım. İyi gezdik ama. Yenice usulü köfteye doyduk, dağ bayır koştuk bazen. Aya Yorgi’ye çıkarken kız kazanmıştı, çayırda koşarken de geçti beni. Bacak boyu benim boyum kadar, kaslı maslı, yetişemiyorum. O zaman neden sakalla ilgili bir şeyler yazmayayım. Ben de yeni bırakmaya başladım, normalde sakal sevmezdim ama alıştım sanırım, iyiymiş sakal. Sonra bir yerde denk gelip malum kitabı aldım, okumaya başladım. İlginç. Çevirmen Özlem Koşar’ın sunuş yazısına bakıyorum, zorlandığı noktaları anlatıyor mesela, tanıdığı sakallı erkeklerden birinin totem olarak sakal uzattığını söyledikten sonra onca çevirisinin arasında en dertlisinin bu metin olduğunu, bunun sebebinin 1800’lerin ortasında yapılan, ağdalı, eski bir dil kullanılan konuşmanın metninin niteliğinden çok işin manevi boyuta bağlı olduğunu söylüyor. Cinsiyet ayrımcılığının yenilir yutulur tarafı yok, gerçi konuşmacı bazı noktalarda terbiyesi elvermediği için bazı alıntıları halk arasında söyleyemeyeceğini ifade ediyor, duyarlı davrandığı söylenebilir ama aradan yüz elli yıl geçtikten sonra gösterdiği hassasiyetin günümüzde hassasiyet olmaktan çıktığı ortada. Devam ediyor Koşar, bir kadın olarak metni çevirmesinin vebalini üzerinden atmak için giydiriyor konuşmacıya ve metnin adının istenirse, Bir Kıl Folikülü Üzerinden Cinsiyet Eşitsizliğinin Trajikomik Anlatısı olarak okunabileceğini söylüyor, teşekkür bölümünde de diğer pek çok şeyle birlikte yazara birlikte küfretmelerinden ötürü Yeşim Numan’a teşekkür ediyor.
Yayıncının Notu bölümünde Özcan Sapan’ın bir nevi günah çıkarması var, otuz yıldır sakal bırakan biri olarak konuşmacının sözlerine katılmadığını, kadınların süper olduklarını söylüyor ve böyle bir metni bastıkları için şakayla karışık özür diliyor. Onca sosyal problemin yanında sakal üzerinden kadınların hakir görüldüğü böyle bir metni bastığı için üzgün. İyi iş ama, 1850’lerin İngiliz aristokrasisine bakan bir pencere olduğu söylenebilir bu metnin, kadınların ve erkeklerin toplumdaki yerlerini doğrudan görebiliyoruz, hoş. Çevirmen olarak değil de, okur olarak sövebiliriz. Çünkü bu ne lan böyle, çenesinde sakal çıkmıyor diye kadınları aşağılamak nedir? Onu geçtim, aslanların yelelerinden krallıkları meşru kılınıyor, sakal olarak görülüyor yele. “Sakalı olmayan” hayvanlar ikinci sınıf hayvan olarak görülüyor. Parodi değil kesinlikle, vasatın altı insanın düşüncelerinin derlemesidir bu metin, okuyacağız ve gülüp geçmeyeceğiz, bu kafayı şöyle köşelerine kadar iyice bir temizleyip pırıl pırıl etmek insanlık vazifesidir. Evet. Başladım, Hamlet’le açılıyor. Sanki Bloom’un Shakespeare’i boca etmesi yetmemiş gibi biraz daha Hamlet. Sonrasında sakalın harikulade bir şey olduğunu unutan insanlara bir uyarı geliyor, modaya uyan insanların düştükleri yanılgıya lanet okunuyor, sakalı unutturan her şeyin köküne kibrit suyu dökülüyor, ardından fasıl başlıyor. Sakalın ne olduğundan giriyoruz, iyice bir tanımlanıyor, vücudun diğer bölgelerindeki kıllardan farkı anlatılıyor, yokluğunun fiziksel ve manevi güçsüzlük yarattığı söyleniyor. Sakalın faydaları için genişçe bir yer ayrılmış, bizi hastalıklardan koruyan kıllarımıza elbette müteşekkiriz, havadan bol bol tanecik soluduğumuz bir işimiz varsa sakal bir ölçüde işe yarar gerçekten, burun kılları gibi. Sıcak tutar, serin tutar, kesilmesi zaman kaybettirir ve sivilcelerin çıkmasına yol açar, surat savaş alanına döner, bir sürü şey. Aralara başka metinlerden bol bol alıntı konmuştur, sakalın yüceliği edebiyatta kendine yer ayırmıştır zira simgelediği nitelikler kurmacada bol bol kullanılmıştır. Tarihten inciler de sunulur, örneğin İskoç Demiryolu Hizmetlileri kendileri için getirilen sakal kuralından çok memnun olduklarını, diğer memurların da sakal bırakmalarını tavsiye ettiklerini söyleyen bir bildiri kaleme almışlar zamanında, boğazlarını soğuktan koruyabildikleri için devlete müteşekkirler. Konuşmacı pek çok güzellemeden sonra sakalın ölüme kadar -hatta sonrasında da- uzayan tek kıl yumağı olduğunu söyler, saçlar dökülürken sakal sıkıntı çıkarmadan uzamayı sürdürür. Bu işte bilgece ve hayırlı bir husus olduğunu teslim etmeyen insanın yaradılışa karşı duyarsız olduğunu söyleyerek faslı sonlandırıyor adam, bitirirken kadınların sakalsız olmalarını erkekler kadar zor bir hayat yaşamamalarına bağlıyor. Tarihte sakal bırakmış kadınları överken bu sözlerini unutmuş olsa gerek.
Sanatsal kısımda Grek heykellerinden girip Rönesans sanatçılarının yapıtlarından çıkıyor. Grek heykellerinde aslanların başlarından esinlenilmiş, sakal ayrı bir estetik değer katıyormuş, oyulması zormuş çünkü. Sakalsız, yaşlı bir adama bakmanın işkence olduğunu ekliyor, yüzdeki çatlaklar, kırışıklıklar, yaralar, bin türlü fecaat sakal yardımıyla gizlenebilirmiş, böylece insan içine çıkılabilirmiş falan. Acemlerin sakallarını çivit otu ve kırmızı kınayla boyamaları, başkalarının başka şekillerde sakalla ilgilenmeleri gibi örnekler üzerinden sanatsal yaratıcılığa ulaşıyor konuşmacı, böylece herkesin yüzünde kendine ait bir sanat eserini taşıyabileceğini müjdeliyor. İş zaman kaybından sanatla uğraşmaya kadar geldi, araya birkaç fabl sıkıştırıldı ki dinleyicinin ilgisi canlı tutulsun. “Maymun götlü” tabirinin maymunlu fabldan doğduğunu sanmam ama anlatılan hayvanlardan maymun olanı yerin dibine sokuluyor, keçinin sakalını kesmek istediği için. Her aklıma geldiğinde gülüyorum bu arada, “maymun götlü”. Alfred Jarry bir maymunu ve götünü en iyi anlatan yazar olabilir diye düşündüm şimdi, çoğu maymunlu metinde götlerinden eser yoktur, oysa bazı maymun türlerinin çok karakteristik bir götü vardır ve anlatıyla alakalı hale getirilmelidir ki bu nadide organdan mahrum kalmayalım.
Tarihe bakış bölümünde çeşitli milletlerin sakalla ilgili münasebetleri yer alıyor. Mısırlılar bazı özel durumlar haricinde sakal bırakmıyorlar, sakalı pis bir şey olarak görüyorlar ve tepeden inme bir şekilde haftada üç kez tıraş oluyorlar. Heredot’un dediğine göre hiçbir Mısırlının sakallı hiçbir Grek’i dudaktan öpmeyeceği, eşyasını kullanmayacağı ve elleriyle kesilmiş bir hayvanın etini yemeyeceği söylenmiş. Sakal iki millet arasında bu tür ayrılıklara yol açmış, vaziyeti kes. Yahudiler, Asurlular ve Babilliler, Acemler, Araplar ve Türkler anlatılıyor sırasıyla. Doğu kültüründe sakalın önemli bir yeri var tabii, birkaç örnek verilmiş. Türkler kendi sakallarını gösterip, “Bu ulu Sakal yalan mı söyleyecek?” derlermiş. Metinde ne zaman geçecek olsa büyük harfle başladığını söyleyeyim bu arada. Sakal Sakal Sakal. Peygamberin sakalı üzerine yemin etmek gibi huylarımız var, Allah’ın sakala zeval vermemesine dair temennilerimiz var, bir dünya kıl, tüy, yün sözü üretmişiz veya civardaki kültürlerden devşirmişiz. Romalıların ve Etrüsklerin sakal pratiğiyle ilgili değişik meselelerine de yer verilmiş. Sonrasında Kilise tarihine geçiyoruz ve azizlerin sakallarından sakal yasaklarına kadar geniş bir konu çorbasında ilerlemeye çalışıyoruz. Çorba biraz, çünkü metin konuşma olduğu için oradan giriyor, buradan çıkıyor, aşırı bir dağıtım olmasa da konu zor toparlanıyor.
Modern toplumlara geliyoruz, Britonlardan başladık. Komşuları Galyalılar gibi sakallılarmış bunlar da. Druidler de sakallı, o coğrafyadaki hemen herkes sakallı. Normanlar mekanı basıyor, onlar da sakallı. Sonra Judas İskaryot’un kızıl sakallı olduğu hatırlanıyor bir anda, sakallar anında kesiliyor. Bir şey oluyor, tekrar sakal uzatılıyor. Siyaset kılın hükmünü veriyor, hemen her çağda. Bir de Thomas More’un giden kellesinin öyküsü var, kralla ters düşen bu nadide ütopyanın nadide yazarı büyük bir cesaretle kellesini vermeye gidiyor, boynunu kütüğe dayadığı zaman sakalını kenara çekiyor ki balta sakallarını da kesmesin. İhanet suçunu sakalının işlemediğini, cezayı kendisinin çekmesinin yeterli olduğunu söylüyor ve gidiyor öbür tarafa, sakalı burada kalıyor, sağlam bir şekilde. Sonrası çokça sakal modaları, hükümdarların sakalla ilgili garip kararları, sakal vergileri altında inleyen halk, bir dünya olay.