Onu çok uzun süredir hapseden taş kaldırılmıştı. Çiğkafa artık kolayca tırmanıyor üstündeki mezar toprağından silkinerek kurtuluyordu, deri değiştiren bir yılan gibi. Gövdesi serbestti. Omuz genişliği bir insanınkinin iki misliydi. Yara izleriyle kaplı uzun kolları herhangi bir insanınkilerden güçlüydü. Diriliş kutlaması yapan organlarına dolan kan, onları kelebek kanatları gibi titreştiriyordu. Uzun, ölümcül parmakları ritmik hereketlerle toprağı pençeliyor, giderek güçleniyorlardı. Thomas Garrow öylece durmuş izliyordu. Huşudan başka bir şey hissetmiyordu. İnsan ancak hala sağ kalma umudu varsa korkardı: Onun böyle bir umudu yoktu...
En sağlam hikâyelerin olduğu kitap buydu bence. Eski çağlardan kalma kötülükleri pek seviyorum, bu kitapta da bundan birkaç tane vardı. İnsanlığın egosunu bir anda çökertiyorlar ya, pek hoş. Gerçi sonunda hep kaybediyorlar, yine insan kazanıyor. Olsun, kendilerinden daha güçlü, kadim varlıkların hâlâ yaşadığını bilmeleri yeterlidir. Çok kısa bir süredir buradayız ve sonsuz değiliz, eşsiz değiliz -muhtemelen- ve yıkımın kökenlerine sahip olan tek varlık değiliz. Bu güzel. Kafamızın eski tanrılardan biri tarafından çatır çutur yenmesi gerekiyor bazen.
Selüloit Oğlu: The Show Must Go On benzeri bir hikâye ama oradaki bilinmezliğin korkusu yerine adım adım örülmüş bir kurgu var bunda.
Barberio hapisten kaçar, polislerden saklanmak için eski bir binaya girer. Kaçarken burada vurulduğu için kan kaybından ölür. Öldüğü yer iki binanın arasında yer alan bir koridordur, diğer binadaki bir şeyin enerjisi için yeterli bir uzaklık. O şey, Barberio’nun ruhunu alıp çok ilginç bir şeye dönüştürür. Gerisinde sinemaya gelen bir çiftin cortlaması var, bir de Birdy. Orada çalışıyor, sinema yıldızı şeklinde görünen o şeyden kurtulmanın yolunu buluyor, sonra kanserin bulaştığı bir başkasını bulup öldürüyor. Filmleri kullanıp insanın aklını karıştıran ve geberten bir yaratık hakkında işte. Mesela karşınıza bir anda Stoya çıktı tamam mı, gel mel bir şeyler diyor. Allah esirgeye. Ölürsünüz, gitmeyin. Stoya değil o.
Çiğkafa Rex: Zamanında bunun filmi de çekilmiş ama Barker pek sevmemiş filmi, ben izlemedim, bilmiyorum.
Zeal nam köyde her şey eskidir, Roma lejyonlarından ve Keltlerden falan izler vardır. Bakir kalan bir yer yani, şehirli züppeler orayı keşfedip kirletmeye başlayana kadar. Ev alırlar, arazilerini çitlerle çevirirler, böyle şeyler.
Thomas Garrow, Zeal’ın yerlisi, çiftçi. Toprağıyla uğraşırken büyük bir taş bulur, taşı kaldırmaya çalışırken oldukça zorlanır. Etrafa pis bir koku yayılırken adamımız iyice bir kazar civarı, taşı kürekle oynatmaya çalışır. Leş koku iyice yayıldığı sırada taş yerinden oynar. Thomas’ın küreği ortaya çıkan çukura girer, orada sıkışır. Herif küreğe asılır, en sonunda çıkarır ve küreğin ucunu tutan bir el görür, koca bir el. O sırada babasının anlattığı pagan hikâyeler gelir aklına. Gömülü bir dehşet. Rex, yüzyıllar sonra özgürdür, etrafta yıkacağı pek çok krallık vardır. Öncelikle üstündeki solucanları ve kırmızı örümcekleri silkeler, 1.80’lik Thomas’tan bir metre daha uzun olmasının sayesinde adamın kafasını koca ağzına sokar. Ha, öncesinde herifi saçlarından tutup kaldırırken kafa derisini yırtar tabii. Bir pagan tanrısı insanoğluna karşı. Eğlenceli anlar bu andan sonra başlar.
Civar kilisedeki çömez bir rahip, Rex’le karşılaştığında ona tapmaya başlar. Kilisenin duvarındaki çok eski bir çizimde Rex’in hapsedilişi vardır, oradan hatırlar tanrıyı. Kafayı çizer yani. Bu sırada Rex beslenir; ailesinin gözlerinin önünde bir çocuğu yer falan, durdurulamaz bir türlü. Sonu ilginç; Rex’in kilisedeki kürsüden korktuğu görülür, bunun sebebi kürsüye gizlenmiş bir Kibele heykelciğidir. Anaerkillik, bereket falan Rex’i ölümüne korkutur ve yenilmesine yol açar.
Bir (Pornocu) Kefenin(in) İtirafları: Eh, yumuşak huylu insanların öfkesinden korkmak lazım işte. Kendi halinde yaşayan bir muhasebeci, yanında çalıştığı adamların yasadışı porno materyal satışı yaptığını öğrenir. Herifler bizimkini bir temiz döver, bir de boku üstüne atarlar. Ronnie ailesini kaybeder, bir de adı pornocuya çıkar, yüksek tirajlı bir dergide rezilliği anlatılır falan. Bunun sonucunda silah alır bir tane, kendisini batıran adamlardan ikisini gebertir, üçüncüsü bunu yakalayıp işkencelerle öldürür.
Ronnie kendini morgda bulur, üstünde kefen vardır. Beynindeki kurşun deliğinden bilincini -veya her neyse- kefene aktarır. Yaşayan bir çarşaf, kefen. Gerisi eğlenceli bir intikam hikâyesi.
Günah Keçileri: Issız bir adaya düşen iki çift var. Bunlar bir çıkış yolu bulmak için adada gezinirlerken taşların sebepsizce kaydığını falan fark ederler, sonra taşları kaydıran, adayı canlı tutan diğer boğulmuşların yanında yer alırlar. Tabii öldükten sonra.
İnsan Kalıntıları: Gavin için güzelliği her şeydir; güzelliğini satar, güzelliğiyle yaşar. Hayatından memnundur, insanları tatmin ederek yaşamayı sürdürür. Yeni bir müşterisinin evine gittiğinde küvette ilginç bir varlıkla karşılaşır, bir heykeldir bu. Adam heykeli bir müzeden çorlamıştır. Eh, heykel aslında heykel değildir, bir varlıktır ve Gavin’in güzelliğinin peşine düşer. Kendisi de ne olduğunu bilmez, tek bildiği insanların yerine geçip yaşadığı ve yüzyıllardır bunu yaptığıdır. Güzel fikir aslında, her olağanüstü varlık ne olduğunu, nereden geldiğini bilmek zorunda değil. Gavin bir süre sonra yaratığın yerine geçmenin pek de kötü bir fikir olmadığını düşünmeye başlar. Onca sıkıntı, hayatın yükü falan, bayar. Yer değiştirirler. Bu kadar. Hoştu.
Kitap Yorumları - (5 Yorum)
En sağlam hikâyelerin olduğu kitap buydu bence. Eski çağlardan kalma kötülükleri pek seviyorum, bu kitapta da bundan birkaç tane vardı. İnsanlığın egosunu bir anda çökertiyorlar ya, pek hoş. Gerçi sonunda hep kaybediyorlar, yine insan kazanıyor. Olsun, kendilerinden daha güçlü, kadim varlıkların hâlâ yaşadığını bilmeleri yeterlidir. Çok kısa bir süredir buradayız ve sonsuz değiliz, eşsiz değiliz -muhtemelen- ve yıkımın kökenlerine sahip olan tek varlık değiliz. Bu güzel. Kafamızın eski tanrılardan biri tarafından çatır çutur yenmesi gerekiyor bazen.
Selüloit Oğlu: The Show Must Go On benzeri bir hikâye ama oradaki bilinmezliğin korkusu yerine adım adım örülmüş bir kurgu var bunda.
Barberio hapisten kaçar, polislerden saklanmak için eski bir binaya girer. Kaçarken burada vurulduğu için kan kaybından ölür. Öldüğü yer iki binanın arasında yer alan bir koridordur, diğer binadaki bir şeyin enerjisi için yeterli bir uzaklık. O şey, Barberio’nun ruhunu alıp çok ilginç bir şeye dönüştürür. Gerisinde sinemaya gelen bir çiftin cortlaması var, bir de Birdy. Orada çalışıyor, sinema yıldızı şeklinde görünen o şeyden kurtulmanın yolunu buluyor, sonra kanserin bulaştığı bir başkasını bulup öldürüyor. Filmleri kullanıp insanın aklını karıştıran ve geberten bir yaratık hakkında işte. Mesela karşınıza bir anda Stoya çıktı tamam mı, gel mel bir şeyler diyor. Allah esirgeye. Ölürsünüz, gitmeyin. Stoya değil o.
Çiğkafa Rex: Zamanında bunun filmi de çekilmiş ama Barker pek sevmemiş filmi, ben izlemedim, bilmiyorum.
Zeal nam köyde her şey eskidir, Roma lejyonlarından ve Keltlerden falan izler vardır. Bakir kalan bir yer yani, şehirli züppeler orayı keşfedip kirletmeye başlayana kadar. Ev alırlar, arazilerini çitlerle çevirirler, böyle şeyler.
Thomas Garrow, Zeal’ın yerlisi, çiftçi. Toprağıyla uğraşırken büyük bir taş bulur, taşı kaldırmaya çalışırken oldukça zorlanır. Etrafa pis bir koku yayılırken adamımız iyice bir kazar civarı, taşı kürekle oynatmaya çalışır. Leş koku iyice yayıldığı sırada taş yerinden oynar. Thomas’ın küreği ortaya çıkan çukura girer, orada sıkışır. Herif küreğe asılır, en sonunda çıkarır ve küreğin ucunu tutan bir el görür, koca bir el. O sırada babasının anlattığı pagan hikâyeler gelir aklına. Gömülü bir dehşet. Rex, yüzyıllar sonra özgürdür, etrafta yıkacağı pek çok krallık vardır. Öncelikle üstündeki solucanları ve kırmızı örümcekleri silkeler, 1.80’lik Thomas’tan bir metre daha uzun olmasının sayesinde adamın kafasını koca ağzına sokar. Ha, öncesinde herifi saçlarından tutup kaldırırken kafa derisini yırtar tabii. Bir pagan tanrısı insanoğluna karşı. Eğlenceli anlar bu andan sonra başlar.
Civar kilisedeki çömez bir rahip, Rex’le karşılaştığında ona tapmaya başlar. Kilisenin duvarındaki çok eski bir çizimde Rex’in hapsedilişi vardır, oradan hatırlar tanrıyı. Kafayı çizer yani. Bu sırada Rex beslenir; ailesinin gözlerinin önünde bir çocuğu yer falan, durdurulamaz bir türlü. Sonu ilginç; Rex’in kilisedeki kürsüden korktuğu görülür, bunun sebebi kürsüye gizlenmiş bir Kibele heykelciğidir. Anaerkillik, bereket falan Rex’i ölümüne korkutur ve yenilmesine yol açar.
Bir (Pornocu) Kefenin(in) İtirafları: Eh, yumuşak huylu insanların öfkesinden korkmak lazım işte. Kendi halinde yaşayan bir muhasebeci, yanında çalıştığı adamların yasadışı porno materyal satışı yaptığını öğrenir. Herifler bizimkini bir temiz döver, bir de boku üstüne atarlar. Ronnie ailesini kaybeder, bir de adı pornocuya çıkar, yüksek tirajlı bir dergide rezilliği anlatılır falan. Bunun sonucunda silah alır bir tane, kendisini batıran adamlardan ikisini gebertir, üçüncüsü bunu yakalayıp işkencelerle öldürür.
Ronnie kendini morgda bulur, üstünde kefen vardır. Beynindeki kurşun deliğinden bilincini -veya her neyse- kefene aktarır. Yaşayan bir çarşaf, kefen. Gerisi eğlenceli bir intikam hikâyesi.
Günah Keçileri: Issız bir adaya düşen iki çift var. Bunlar bir çıkış yolu bulmak için adada gezinirlerken taşların sebepsizce kaydığını falan fark ederler, sonra taşları kaydıran, adayı canlı tutan diğer boğulmuşların yanında yer alırlar. Tabii öldükten sonra.
İnsan Kalıntıları: Gavin için güzelliği her şeydir; güzelliğini satar, güzelliğiyle yaşar. Hayatından memnundur, insanları tatmin ederek yaşamayı sürdürür. Yeni bir müşterisinin evine gittiğinde küvette ilginç bir varlıkla karşılaşır, bir heykeldir bu. Adam heykeli bir müzeden çorlamıştır. Eh, heykel aslında heykel değildir, bir varlıktır ve Gavin’in güzelliğinin peşine düşer. Kendisi de ne olduğunu bilmez, tek bildiği insanların yerine geçip yaşadığı ve yüzyıllardır bunu yaptığıdır. Güzel fikir aslında, her olağanüstü varlık ne olduğunu, nereden geldiğini bilmek zorunda değil. Gavin bir süre sonra yaratığın yerine geçmenin pek de kötü bir fikir olmadığını düşünmeye başlar. Onca sıkıntı, hayatın yükü falan, bayar. Yer değiştirirler. Bu kadar. Hoştu.
Kabal ve cehennemlik yürek kitaplarını beğendiğim için bunu da okumaya karar verdim.
clive barker’la tanıştığım kitap,bir romanını okumadan önce hikayelerini merak etmiştim,yazarın tarzını beğendim.
Kan kitapları serisinin 3. Kitabı. Clive Barker ı tanımamıza vesile olan kitaplardan birisi
Valla benim hoşuma gitti de inşallah seri’nin 1.kitabı tekrar yayınlanır.