En önemli zihinsel yeteneğimiz “var olmayanı hayal etme” kabiliyetidir. Bu yeteneği bir ön kabul olarak alır ve hiç üzerine düşünmeyiz, oysa yaşamlarımızı tanımlayan şey yaratıcılığımızdır. Radyodaki pop şarkıları, cebinizdeki elektronik cihaz, duvardaki sanat eseri, penceredeki klima, ecza dolabındaki ilaç, üzerinde oturduğunuz koltuk ve elinizdeki kitap.İnsanın hayal gücünün açık öncülleri yoktur. İnsan korteksinde genişlemiş bir yaratıcılık modülü ya da diğer primatlarda bariz olan bir proto-yaratıcı itki yoktur. Maymunlar resim yapmaz, şempanzeler şiir yazmaz; sorun çözebileceği yönünde herhangi bir işaret veren hayvanların sayısı çok azdır. Başka bir deyişle, yaratıcılığın doğuşu diğer içgörüler gibi olmuştur, yani kaynağı belirsizdir.Neden bazı şehirler icat veya sanat merkezidir? Sınıfta hangi tür teknikler çocukların yaratıcılığını artırır? İnternet hayal gücümüzü besler mi, köreltir mi? Görünüşte alakasız etkenlerin (örneğin duvarın renginin ya da bir işyerinde tuvaletin konumunun) yaratıcı üretim üzerinde çarpıcı bir etkisi var mıdır? Hayal Gücü’nde bütün bu soruların yanıtları aranıyor.Yaratıcılık öbür dünyaya ait bir şey ya da sanatçılara, mucitlere ve diğer “yaratıcı tipler”e özgü bir süreç olarak görülmemelidir. Neticede, insan zihni, işleyiş sisteminin ayrılmaz bir parçası olan yaratıcı bir itkiye sahiptir. Beyin her saniye otomatik olarak yeni çağrışımlar kurar, sürekli sıradan bir x’i beklenmedik bir y’ye bağlar. İşte bu kitap bunun nasıl olduğunu ele alıyor; nasıl hayal ettiğimizin hikâyesi anlatıyor.
Yaratıcılığın sırrının neliği de didikleniyor ama, “Şudur!” diye bir şey denmiyor tabii, çünkü öyle bir “şu” yok. Aslında herkes yaratabilir ama çoğu kimse yaratmaz. Otur, uğraş falan, zor iş. “Sebat” diyor Lehrer bir yerde, dehalar bile bir eseri lak diye ortaya koydukları için deha değiller, epifani anları nadiren yaşandığı için çalışmak zorundalar, çok çalışıyorlar ve yaratıyorlar, o büyülü anları da yaratıyorlar. NOCCA diye bir okuldan bahsediliyor metinde, burada düşük gelir grubundan çocuklar eğitim alıyorlar ama tipik bir eğitim değil bu, yetenekli bir çocuğun eline gitar veriyorlar ve arkadaşlarıyla bir şeyler yaratmasını bekliyorlar. Çok katı olmayan bir eleştirel süreç var, insanlar birbirlerinin yaptıklarını eleştiriyorlar ve daha iyisini yapmak için çabalıyorlar. ABD’nin en iyi sanat okullarına gidiyorlar sonra, yokluğun içinden çıkan parıltılar daha büyük ateşleri yakmak için ülkenin dört bir yanına dağılıyorlar. Okulun CEO’su Kyle Wedberg’in olaya bakış açısı müthiş; çocuklara eğitimi dayatmadıklarını, problemlerle başa çıkma, zamanı kullanma, büyük bir şey yaratma sürecini deneyimleme imkanı sunduklarını söylüyor. Önce bedava kahvaltı -çünkü çocuklar o kadar kötü şartlarda büyüyorlar ki onları okulda tutmak lazım- ve sonrasında şovalenin, nota sehpasının, her türlü malzemenin karşısında geçirilen birkaç saat. Yaratıcılığın ortaya çıkması için bundan daha ideal bir sistem olamaz, şahane.
Lehrer iki bölüme ayırmış metni; Tek Başına ve Birlikte. İlk bölümde yaratıcılığın bireysel ve zihinsel aşamaları var daha çok, beyinde neler olup bitiyor, beyinde havai fişekleri patlatabilmek için neler yapmak lazım, sanatçılar neler yapıyor, böyle şeyler. İki bölümün içinde daha küçük bölümlendirmeler var, bir sanatçının yaşadıkları anlatıldıktan sonra anlatılanların farklı disiplinler tarafından açımlanması var; sanatçılar ne yaptıklarını bazen biliyorlar, bazen bilmiyorlar, o halde psikolojiden sosyolojiye pek çok alanda incelenebilir bu meseleler. Lehrer nörolojiden ekonomiye pek çok dala atlıyor, zıplıyor ve şeyleri birbirine bağlayıp bir perspektif sunuyor bize. Eh, kendimi de bir parça yaratıcı olarak görüyorum ve bu perspektife kavuşunca bazı şeyleri neden yaptığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Yürümekle alakalı üç beş bir şey okumuştum, orada da değiniliyordu gerçi; sadece spor olsun diye yürüyüşe çıkmayınız, kendinizi sahillere vurmayınız, bisikletle Kartal’a gidip gelmeyiniz, bunları dalıp gitmek için yapınız. Hatta hiçbir sebebiniz olmasın ya, sadece yapınız. İnsanlarla konuşunuz, kedilerle konuşunuz, sonra yolunuza devam ediniz. Mekan ve insan değişince ortaya çıkanların haddi hesabı yok.
P&G’den bir hikâyeyle başlıyor Lehrer, bu şirket onca mühendis çalıştırıyor ama istediği bir yeniliğe yıllar boyunca ulaşamıyor. Sonrasında olaylara bambaşka açılardan yaklaşabilen, içselleştirilmiş işlevselliğe takılıp kalmayan bir adam çıkıyor, çözümün çok basit olduğunu görüyor, ürettiği şeyi patronlara kabul ettiriyor ve şirketin kasasını parayla doldurmaya devam ediyor. Fikri gerçeğe dökme aşaması, fikrin ortaya çıkma ânı ve sonrası gibi pek çok noktayı irdeliyor yazar, her bir nokta için farklı bir hikâyesi var. Şunu da alayım: “Hayal gücü metafizik bir şey (tanrıların bir özelliği) iken, kortekse mahsus bir seğirmeye dönüşmüştür.” (s. 17) İşin bilişsel boyutu zaten başlı başına ilgi çekici, mesela amigdala denen zamazingoya direkt versek elektriği… Sinaps miyelin falan fişeklesek acaba ne olur diye merak etmiyor değilim. Kovayla dökmeyeceğiz tabii de, içeriden fışt fışt itekleyecek bir teknoloji üretilse örneğin. İşte bu fışt fıştları aslında doğal yollardan sağlayabiliriz, Lehrer’ın anlatmak istediği şey bu. Bob Dylan’ı ele alıyor en başta, ilk fırtınadan sonra Dylan’ın yaşadığı durgunluk zamanlarını nasıl atlattığına değiniyor. I’m Not There’da ne güzel anlatılmıştı ya. Neyse, Dylan yazdıklarını yırtıp yırtıp atıyor, Marianne Faithfull bu anlara “dâhinin öfke nöbetleri” dermiş. Joan Baez’le takıldığı zamanların videolarını izliyorum, arkada muhabbetler, çalıp söylemeler falan, Dylan çıt çıt çıt daktiloda bir şeyler yazıyor, sigarasını içiyor, hiçbir şey dikkatini dağıtmıyor. En sonunda dağıtıyor tabii, girdiği döngüden kurtulmak istiyor ve İngiltere turnesinden döner dönmez motoruna atlayıp New York’tan kaçıyor. Bir şey yapması lazım ama ne yapacağını bilmiyor, bekliyor. Engellenmiş hissediyor, bu engelden kurtulması gerek. Buradan beynin sağ yarıküresine atlıyor Lehrer, Proust ve Mürekkepbalığı’nda beynin bu bölgesinin dünyayı nasıl rengârenge boyadığı bir güzel anlatılıyordu; bu bölge her şeyi karman çorman edip yeni bir şey yaratmayı sağlar. Otistik çocuklarda, dislektiklerde bu bölgenin muazzam bir potansiyel taşıdığı söyleniyor, araştırmalarla kanıtlanmış bilgi. Mecazlar, melodiler, icatlar, yetenekler uçuşur bu bölgede, önemli olan oradakileri çekip alabilmek. İçgörü denen şey. Dylan ne yapıyor, bu içgörü anlarından birini yakaladığı gibi oturuyor ve Like a Rolling Stone’u yazıyor.
Sonraki hikâye “post-it” denen nanenin icadıyla işlevselliğin prangalarından bahsediyor. Bu yapışkan kağıtlar başka bir amaç için denenen ürünlerin sonucu aslında, ortaya çıkan ve “x” amacı için işe yaramayan ürünlerin “y” için muazzam bir icat olduğunun anlaşılmasıyla çeşitli renklerdeki yapışkan kağıtlar hayatımıza giriyor. İçgörüye ulaşmak için bilgi yükünden kurtulmamız gerektiğini söylüyor Lehrer, bazı zamanlarda bildiklerimizi tamamen gözden çıkarmalıyız veya bildiklerimize farklı bakış açılarından yaklaşabilmeliyiz. Hume’dan bir alıntı yapılmış, adam “birleştirme” ve “yerini değiştirme” yoluyla ortaya çıkan yeniliklerden bahsediyor. Gutenberg’in üzüm cenderesi hakkındaki bilgisini basım makinesi için kullanması bir örnek. Kısacası bir iş sadece o işle ilgili şeyleri içermez, ikinci bölümde şirketlerin yapılarını incelerken çalışanların sürekli yer değiştirdiklerini ve iletişim ağlarının yenilenip çeşitlendiğini göreceğiz ve işin farklı açılardan bakıldığında ne kadar değişken olduğunu anlayacağız ama bireydeyiz henüz, o yüzden “varsayılan ağ” nam bir sistemden bahsedip mevzuyu bitiriyorum. Gündüz düşleri. Sık görüyorsanız kısa ve orta süreli hafızanız çok iyi değildir muhtemelen, isimleri hemen unutuyorsunuzdur falan, yine de içinizde yaratmaya dair bir şeyler varsa kutsandığınızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Varsayılan ağa her şey atılır, her şey orada gündüz düşleri yardımıyla bütünlenir ve bambaşka bir nitelik kazanarak çıkar. Gestalt işte. Yeni bağlantılar, yeni düşünceler, tam bir zihinsel panayır. Muhteşem bir şey.
İkinci bölüme de biraz değiniyorum, örneğin Shakespeare. Marlowe’dan ve pek çok sanatçıdan çarptıklarıyla muhteşem soneler yazıyor, oyunlar falan, çok iyi ama o dönemdeki gelişmeler olmasa ortaya çıkması zor. Lehrer, “insan sirkülasyonu” fikrinden yola çıkarak günümüzde teknoloji devi olan şirketlerin iş düzenlerinden bahsediyor. Jobs’ın bir buluşu; tuvaletlerden kafeteryalara kadar pek çok uğrak noktayı yakın yerlerde toplamak. Böylece bir makine mühendisiyle bir yazılımcı tuvalette ellerini yıkarken konuşabiliyorlar, fikir alışverişinde bulunuyorlar falan, farklı bakış açıları ve farklı disiplinler uygun çözümlere ulaştırıyor. Böylesi pek çok eylemin gerçekleştiği mekanları inceliyor yazar, büyük firmaların teknik problemlerini ödül karşılığı çözdürdüğü internet sitelerinden kentlerin yapılanmasına, kalabalık metropollerin varlıklarını sürdürme sebeplerinden şirketlerin yenilikçi prensiplerine pek çok noktaya değiniyor. Özellikle Shakespeare’le ilgili bölüm oldukça ilginçti, çalıp çırpmanın da yardımıyla özgün metinlerin ortaya konabildiği bir dünyadan bahsediyor, tabii bir de o dünyanın yapısından. Attali, Denizlerin Tarihi’nde Antik Yunan medeniyetinin ortaya çıkmasında bütün koşulların uygun olmasından, ekonomiden siyasete pek çok etkenin onca filozofun ve sanatçının ortaya çıkmasına yardımcı olduğundan bahsediyordu, aynı şey Rönesans için de geçerli, tabii Shakespeare’in dönemi için de. Pasteur’e göre şans hazırlıklı olanları bulurmuş, o halde büyük şehirlere gelmenin yaratıcılık için çok gerekli olmasa da bir nevi hazırlık olduğunu söyleyebiliriz, sonrasında her bir adım şanslılığa doğru ilerlememizi sağlıyor ama başlarda bahsettiğim okul örneğinde bütün öğrenciler başarılı olamıyor tabii, çoğu burs boşa gidiyor, araştırmalar için dökülen bir dünya para boşlukta kayboluyor ama önemli olan her bir yatırımdan kesin ürünler almak değil, yaratıcılığı ve zorluklara karşı direnci sıkı tutmak. Bir başarısızlıktan sonra büyük bir başarı gelebilir. İnsanlar sürekli olarak denemelidir kısaca. Yetenekleri öldürmeyecek kadar bir hayal kırıklığı iyidir, engeller ve sınırlar iyidir. Hayal gücünü bunların bir karışımı ateşler. Ateşimiz bol olsun.
Kitap Yorumları - (1 Yorum)
Yaratıcılığın sırrının neliği de didikleniyor ama, “Şudur!” diye bir şey denmiyor tabii, çünkü öyle bir “şu” yok. Aslında herkes yaratabilir ama çoğu kimse yaratmaz. Otur, uğraş falan, zor iş. “Sebat” diyor Lehrer bir yerde, dehalar bile bir eseri lak diye ortaya koydukları için deha değiller, epifani anları nadiren yaşandığı için çalışmak zorundalar, çok çalışıyorlar ve yaratıyorlar, o büyülü anları da yaratıyorlar. NOCCA diye bir okuldan bahsediliyor metinde, burada düşük gelir grubundan çocuklar eğitim alıyorlar ama tipik bir eğitim değil bu, yetenekli bir çocuğun eline gitar veriyorlar ve arkadaşlarıyla bir şeyler yaratmasını bekliyorlar. Çok katı olmayan bir eleştirel süreç var, insanlar birbirlerinin yaptıklarını eleştiriyorlar ve daha iyisini yapmak için çabalıyorlar. ABD’nin en iyi sanat okullarına gidiyorlar sonra, yokluğun içinden çıkan parıltılar daha büyük ateşleri yakmak için ülkenin dört bir yanına dağılıyorlar. Okulun CEO’su Kyle Wedberg’in olaya bakış açısı müthiş; çocuklara eğitimi dayatmadıklarını, problemlerle başa çıkma, zamanı kullanma, büyük bir şey yaratma sürecini deneyimleme imkanı sunduklarını söylüyor. Önce bedava kahvaltı -çünkü çocuklar o kadar kötü şartlarda büyüyorlar ki onları okulda tutmak lazım- ve sonrasında şovalenin, nota sehpasının, her türlü malzemenin karşısında geçirilen birkaç saat. Yaratıcılığın ortaya çıkması için bundan daha ideal bir sistem olamaz, şahane.
Lehrer iki bölüme ayırmış metni; Tek Başına ve Birlikte. İlk bölümde yaratıcılığın bireysel ve zihinsel aşamaları var daha çok, beyinde neler olup bitiyor, beyinde havai fişekleri patlatabilmek için neler yapmak lazım, sanatçılar neler yapıyor, böyle şeyler. İki bölümün içinde daha küçük bölümlendirmeler var, bir sanatçının yaşadıkları anlatıldıktan sonra anlatılanların farklı disiplinler tarafından açımlanması var; sanatçılar ne yaptıklarını bazen biliyorlar, bazen bilmiyorlar, o halde psikolojiden sosyolojiye pek çok alanda incelenebilir bu meseleler. Lehrer nörolojiden ekonomiye pek çok dala atlıyor, zıplıyor ve şeyleri birbirine bağlayıp bir perspektif sunuyor bize. Eh, kendimi de bir parça yaratıcı olarak görüyorum ve bu perspektife kavuşunca bazı şeyleri neden yaptığımı şimdi daha iyi anlıyorum. Yürümekle alakalı üç beş bir şey okumuştum, orada da değiniliyordu gerçi; sadece spor olsun diye yürüyüşe çıkmayınız, kendinizi sahillere vurmayınız, bisikletle Kartal’a gidip gelmeyiniz, bunları dalıp gitmek için yapınız. Hatta hiçbir sebebiniz olmasın ya, sadece yapınız. İnsanlarla konuşunuz, kedilerle konuşunuz, sonra yolunuza devam ediniz. Mekan ve insan değişince ortaya çıkanların haddi hesabı yok.
P&G’den bir hikâyeyle başlıyor Lehrer, bu şirket onca mühendis çalıştırıyor ama istediği bir yeniliğe yıllar boyunca ulaşamıyor. Sonrasında olaylara bambaşka açılardan yaklaşabilen, içselleştirilmiş işlevselliğe takılıp kalmayan bir adam çıkıyor, çözümün çok basit olduğunu görüyor, ürettiği şeyi patronlara kabul ettiriyor ve şirketin kasasını parayla doldurmaya devam ediyor. Fikri gerçeğe dökme aşaması, fikrin ortaya çıkma ânı ve sonrası gibi pek çok noktayı irdeliyor yazar, her bir nokta için farklı bir hikâyesi var. Şunu da alayım: “Hayal gücü metafizik bir şey (tanrıların bir özelliği) iken, kortekse mahsus bir seğirmeye dönüşmüştür.” (s. 17) İşin bilişsel boyutu zaten başlı başına ilgi çekici, mesela amigdala denen zamazingoya direkt versek elektriği… Sinaps miyelin falan fişeklesek acaba ne olur diye merak etmiyor değilim. Kovayla dökmeyeceğiz tabii de, içeriden fışt fışt itekleyecek bir teknoloji üretilse örneğin. İşte bu fışt fıştları aslında doğal yollardan sağlayabiliriz, Lehrer’ın anlatmak istediği şey bu. Bob Dylan’ı ele alıyor en başta, ilk fırtınadan sonra Dylan’ın yaşadığı durgunluk zamanlarını nasıl atlattığına değiniyor. I’m Not There’da ne güzel anlatılmıştı ya. Neyse, Dylan yazdıklarını yırtıp yırtıp atıyor, Marianne Faithfull bu anlara “dâhinin öfke nöbetleri” dermiş. Joan Baez’le takıldığı zamanların videolarını izliyorum, arkada muhabbetler, çalıp söylemeler falan, Dylan çıt çıt çıt daktiloda bir şeyler yazıyor, sigarasını içiyor, hiçbir şey dikkatini dağıtmıyor. En sonunda dağıtıyor tabii, girdiği döngüden kurtulmak istiyor ve İngiltere turnesinden döner dönmez motoruna atlayıp New York’tan kaçıyor. Bir şey yapması lazım ama ne yapacağını bilmiyor, bekliyor. Engellenmiş hissediyor, bu engelden kurtulması gerek. Buradan beynin sağ yarıküresine atlıyor Lehrer, Proust ve Mürekkepbalığı’nda beynin bu bölgesinin dünyayı nasıl rengârenge boyadığı bir güzel anlatılıyordu; bu bölge her şeyi karman çorman edip yeni bir şey yaratmayı sağlar. Otistik çocuklarda, dislektiklerde bu bölgenin muazzam bir potansiyel taşıdığı söyleniyor, araştırmalarla kanıtlanmış bilgi. Mecazlar, melodiler, icatlar, yetenekler uçuşur bu bölgede, önemli olan oradakileri çekip alabilmek. İçgörü denen şey. Dylan ne yapıyor, bu içgörü anlarından birini yakaladığı gibi oturuyor ve Like a Rolling Stone’u yazıyor.
Sonraki hikâye “post-it” denen nanenin icadıyla işlevselliğin prangalarından bahsediyor. Bu yapışkan kağıtlar başka bir amaç için denenen ürünlerin sonucu aslında, ortaya çıkan ve “x” amacı için işe yaramayan ürünlerin “y” için muazzam bir icat olduğunun anlaşılmasıyla çeşitli renklerdeki yapışkan kağıtlar hayatımıza giriyor. İçgörüye ulaşmak için bilgi yükünden kurtulmamız gerektiğini söylüyor Lehrer, bazı zamanlarda bildiklerimizi tamamen gözden çıkarmalıyız veya bildiklerimize farklı bakış açılarından yaklaşabilmeliyiz. Hume’dan bir alıntı yapılmış, adam “birleştirme” ve “yerini değiştirme” yoluyla ortaya çıkan yeniliklerden bahsediyor. Gutenberg’in üzüm cenderesi hakkındaki bilgisini basım makinesi için kullanması bir örnek. Kısacası bir iş sadece o işle ilgili şeyleri içermez, ikinci bölümde şirketlerin yapılarını incelerken çalışanların sürekli yer değiştirdiklerini ve iletişim ağlarının yenilenip çeşitlendiğini göreceğiz ve işin farklı açılardan bakıldığında ne kadar değişken olduğunu anlayacağız ama bireydeyiz henüz, o yüzden “varsayılan ağ” nam bir sistemden bahsedip mevzuyu bitiriyorum. Gündüz düşleri. Sık görüyorsanız kısa ve orta süreli hafızanız çok iyi değildir muhtemelen, isimleri hemen unutuyorsunuzdur falan, yine de içinizde yaratmaya dair bir şeyler varsa kutsandığınızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Varsayılan ağa her şey atılır, her şey orada gündüz düşleri yardımıyla bütünlenir ve bambaşka bir nitelik kazanarak çıkar. Gestalt işte. Yeni bağlantılar, yeni düşünceler, tam bir zihinsel panayır. Muhteşem bir şey.
İkinci bölüme de biraz değiniyorum, örneğin Shakespeare. Marlowe’dan ve pek çok sanatçıdan çarptıklarıyla muhteşem soneler yazıyor, oyunlar falan, çok iyi ama o dönemdeki gelişmeler olmasa ortaya çıkması zor. Lehrer, “insan sirkülasyonu” fikrinden yola çıkarak günümüzde teknoloji devi olan şirketlerin iş düzenlerinden bahsediyor. Jobs’ın bir buluşu; tuvaletlerden kafeteryalara kadar pek çok uğrak noktayı yakın yerlerde toplamak. Böylece bir makine mühendisiyle bir yazılımcı tuvalette ellerini yıkarken konuşabiliyorlar, fikir alışverişinde bulunuyorlar falan, farklı bakış açıları ve farklı disiplinler uygun çözümlere ulaştırıyor. Böylesi pek çok eylemin gerçekleştiği mekanları inceliyor yazar, büyük firmaların teknik problemlerini ödül karşılığı çözdürdüğü internet sitelerinden kentlerin yapılanmasına, kalabalık metropollerin varlıklarını sürdürme sebeplerinden şirketlerin yenilikçi prensiplerine pek çok noktaya değiniyor. Özellikle Shakespeare’le ilgili bölüm oldukça ilginçti, çalıp çırpmanın da yardımıyla özgün metinlerin ortaya konabildiği bir dünyadan bahsediyor, tabii bir de o dünyanın yapısından. Attali, Denizlerin Tarihi’nde Antik Yunan medeniyetinin ortaya çıkmasında bütün koşulların uygun olmasından, ekonomiden siyasete pek çok etkenin onca filozofun ve sanatçının ortaya çıkmasına yardımcı olduğundan bahsediyordu, aynı şey Rönesans için de geçerli, tabii Shakespeare’in dönemi için de. Pasteur’e göre şans hazırlıklı olanları bulurmuş, o halde büyük şehirlere gelmenin yaratıcılık için çok gerekli olmasa da bir nevi hazırlık olduğunu söyleyebiliriz, sonrasında her bir adım şanslılığa doğru ilerlememizi sağlıyor ama başlarda bahsettiğim okul örneğinde bütün öğrenciler başarılı olamıyor tabii, çoğu burs boşa gidiyor, araştırmalar için dökülen bir dünya para boşlukta kayboluyor ama önemli olan her bir yatırımdan kesin ürünler almak değil, yaratıcılığı ve zorluklara karşı direnci sıkı tutmak. Bir başarısızlıktan sonra büyük bir başarı gelebilir. İnsanlar sürekli olarak denemelidir kısaca. Yetenekleri öldürmeyecek kadar bir hayal kırıklığı iyidir, engeller ve sınırlar iyidir. Hayal gücünü bunların bir karışımı ateşler. Ateşimiz bol olsun.