“Clive Barker o kadar iyi bir yazar ki her okuduğumda nutkum tutuluyor.” —Stephen King “Çağımızın en büyük düş ustalarından.” —Quentin Tarantino “Clive Barker, Lovecraft’tan sonra, bir türü bütünüyle değiştirmiş nadir yazarlardan.” —China Mieville Yazar, sanatçı ve yönetmen Clive Barker, 30 yıldan uzun bir süredir kâbuslarını bizimle paylaşmaya devam ediyor. Dokudünya da ancak Barker’ın zihninden çıkabilecek bir ölçekte, korkunun fantastikle harmanlandığı bir epik.Kâhinsoylular denen bir tür, uzun yıllar insanlar arasında yaşamış, büyü gücüne sahip varlıklardı. Fakat Musibet denen bir kötülük Kâhinsoyluları avlamaya başlayınca onlar da tüm güçlerini ayrı bir düzlem yaratmaya harcadılar. Bir halının desenlerinde gizlenen bu düzlemde hem Musibet’ten hem de habis insanlardan uzakta hayatlarını sürdürmeye devam ettiler. Dokudünya denen bu düzlemin her zaman bir insan gardiyanı olurdu. Fakat son gardiyan yaşlı Mimi ölüm döşeğindeydi ve düzlem artık korumasızdı. Dokudünya’nın peşindeki gizemli güçler halıyı ele geçirmek için harekete geçtiğinde karşılarında Mimi’nin torunu Suzanna’yı ve Cal isimli bir genci bulacaklardı.Bir yerlerde, Musibet de kıpırdanmaya başlamıştı. Gözlerini dört aç.Aramızdalar.
Barker’ın Onuncu Yıl Baskısına Önsöz’ünü sona bırakıp direkt metne giriştim. Hiçbir şeyin başlangıcının olmadığını söyleyerek açıldı, ilk an diye bir şeyin olmadığını, tek bir sözcüğün olmadığını, bir metnin, hikâyenin veya masalın nasıl başlayıp nasıl bittiği hakkında hiç kimsenin hiçbir şey bilemeyeceğini açıklayarak devam etti. Okur, İngiltere’nin somut dünyasından çok daha uzaklara, metafiziksel bir dünyaya fırlatılmış oldu böylece; anlatının yaratacağı biricik bir dünyada fizik kanunlarının dahi askıya alınabileceğini öğrendi ve anlatılan her şeye yarı masal, yarı gerçeklik sıkıştırmaya yönlendirildi ama destanın içinde gerçeklik öğelerinin de bildiği gerçeklik olmaktan çıktığını sezdi. Sonra hikâyelerin yavaş yavaş açıldığını gördüm, Dokudünya’nın yaratılarının olabildiğince kurmaca olan bildiğimiz dünyadaki yansımalarını -periler, cinler, öcüler, umacılar, deli deli şeyler- okuyarak dünyaları ayırma yetimi de yitirdim ki fantastik bir dünyanın yapması gereken de aşağı yukarı bu, özellikle böylesi masalsı olanının. Füg’ün güzelliğini, Füg’de yaşayan ve kendi destanlarından, anlattıklarından öğrendiğimiz kadarıyla yaratıkların bizim dünyamıza geçişlerini ve insanlarla olan ilişkilerini, yitirilmiş bir cennetin acısını hissettim. Yitirilen cennetin tekrar elde edilebilmesi için “guguk” denen efsunsuz insanların -mutlaka öncesinden örnekler de vardır ama tarihlerin yakın olmasından kıllanmıyor değilim; Rowling “muggle” kavramını Barker’dan çarpmış olabilir mi? Dokudünya 1987’de basılmış, Rowling ilk metni 1990’da yazmaya başlamış, bilemiyorum- sihirli varlıklarla işbirliği yapması, sihrin -efsunun- çok nadiren insanlar tarafından da kullanılabilmesi, efsunluların guguklar arasından seçtiği Nazır’ın korumasında Füg’ün dokunduğu halının varlığını sürdürmesi ve başka pek çok geçişkenlik, birliktelik, ihtilaf ve tartışmanın doğurduğu güç ilişkileri ele alınınca polislerin, trenlerin, otomobillerin dünyası bir anda modern bir masalın dünyasına giriveriyor, geçiş son derece doğal ve olay örgüsünde beklenmeyen şeylerin gerçekleşmesi gibi kurmaca kanunu yıkan pek çok etken bu olağanüstü dünyayı olabildiğince kaotik hale getiriyor. Kaos iyidir, yönlendirilmediğinizi hissedersiniz, yazarın boyunduruğundan çıkmışsınız gibi hissedersiniz, bu metinde olabildiğince serbestsiniz.
Okudum, sonrasında önsöze döndüm. Barker’ın yapmaya çalıştığı şeyi bir ölçüde anlattığı bölümlerde anlatı dünyası daha da belirginleşti. Anılarını tutmaya çalıştığını söylüyor Barker, çocukluğunda zaman geçirdiği çiftlikten, Galler’den ve yemyeşil topraklardan bahsediyor. Oraya tekrar döneceğini, bunun nasıl gerçekleşeceğini bilmediğini ama oraya döneceğini söylüyor. Metnin ortaya çıkışını bu niyetin yansıması olarak görüyorum, Füg’ün yıkılması ve Füg’deki kutsal mekanların yıkılması yetişkinliğin dünyasının çocukluğun anılarına bir saldırı olarak okunabilir bu açıdan. Makineler arasında yaşamaya çalışıyoruz ve çocuklukla bütünleşmiş köyler, bahçeler, insanlar kayboluyor, anılara tutunarak onların varlıklarını günümüze taşımaya, gri dünyadan bir ölçüde kurtulmaya çalışıyoruz, yapabileceğimiz tek şey bu. Proust’u andıran anı parçalarını bu kurtuluş çabasının orta yerine yerleştiren Barker, anıların veya şeylerin tutarlı olup olmadığını önemsemiyor, bir duygunun peşinden gidiyor ve masalsı dünyasında duygusunu yaşatmaya çalışıyor. Metni yazarken o dünyaya ait olduğunu, bir devam metni yazamayacak kadar o dünyadan uzaklaştığını da ekliyor. Karakterlerin boşlukları, cevaplanmamış sorular, hemen her şey o masalın içinde ve yoruma açık. Barker yazdığı metinden uzağa düşmüş ve sorulara bir cevabı olmadığını, okurların yaptığı veya yapmaları gerektiği gibi kendisinin de hayal gücüyle o cevapları verdiğini söylüyor. Tamamlanmayacak bir masal bu, metnin sonunda da herhangi bir son olmadığı, başlangıçtaki gibi bir bilinmezin sürdüğü söylendiğine göre yaşamla bir koşutluk da bulabiliriz; nedensellik bir çaba ve her an işler durumda, boşlukta sürüklenmek istemeyiz ama bir açıdan sürüklenmekten başka bir şey de yapmayız. Felsefeyle yeni sorular yaratırız, dünya biraz daha biçimlenir ve biçimlenmemiş boşlukla her karşılaştığımızda biraz daha dehşete düşeriz, kurguladığımız gerçekliğin ne kadar eksik olduğunu görüp korkarız, her zaman daha fazla bilinmeyen var olacağı için Genazino’nun dediği gibi, yaşamdan yaşamayı ummaktan fazlasını beklememek düşüncesiyle karşılaşıp dururuz. Dokudünya’yı tam da bu düşüncenin ortasına yerleşmiş gibi görünce, eh, zaten daha fazla soru sormayıp takip etmekten başka bir şey yapmadım. Hem karakterlerin hem de Barker’ın anılarından mürekkep bir anlatının fantastik ögeleri de belleğin bir yansıması olarak görülebilirdi, gördüm. “Dokudünya gibi bellek hakkındaki bir romana, ona damga vurmuş olaylardan dolayı değer verilmesinden daha mükemmel bir biçimle içerik beraberliği olabilir mi?” (s. 10)
Yaratıklar deyip durdum, Kâhinsoylular aslında. İşin kozmogonisine girmeyeceğim, ortaya çıkış biçimleri ve bildiğimiz gerçeklikle kurdukları bağı da anlatmayacağım, Barker anlatının içinde, diyaloglar vasıtasıyla dünyalar hakkında gereken bilgileri veriyor. Cal’den başlayabilirim, kendisi babasıyla birlikte yaşayan genç bir adam. İşi var, babasının yarış güvercinleriyle uğraşına yardımcı oluyor ve bir gün kuşların havada dönüp durduğu bir fenomene şahit oluyor, sonrasında kaçan bir güvercinin peşinden eski bir eve gidip halıyı görüyor. Dokunan bu halının içinde Füg gizli, Kâhinsoylular bu dokumanın içinde varlıklarını sürdürüyorlar ama hepsi orada değil, insanların dünyasında yaşayanları da var. Neyse, evin sahibi yaşlı bir kadın, sonradan Nazır olduğu ortaya çıkıyor, Kâhinsoylular’un atadığı bir nevi bekçi, halıyı koruyor. Belli bir hiyerarşi var, Kâhinsoylular kendi kendilerini demokrasiye benzer bir yapıyla yönetebiliyorlar ama fikir ayrılıkları da var tabii, anlatıdaki çatışmalardan bazıları bu ayrılıklardan doğuyor. Immacolata gibiler de Guguk Krallığı dedikleri insanların dünyasında dolanıp Füg’ü yok etmeye çalışıyorlar, kötücül güçlerden en başta gelenleri Shadwell ve Immacolata. Birbirlerini kullanıyorlar, amaçları farklı. Shadwell Füg’ü yönetmek isterken Immacolata ortadan kaldırmaya çalışıyor. Immacolata’nın Kâhinsoylular’dan nefret etmesinin sebebini bilmiyoruz, Barker bazı şeylere bir cevabının olmadığını söylüyor, yukarıdaki mevzu. Immacolata ve ölü kız kardeşleri tam bir dehşet yaratıcıları; kardeşlerden biri çiftleştiği erkeklerin çocuklarını doğurup savaşçı olarak kullanıyor. Amorf, iğrenç yaratıklar bu çocuklar. Barker’ın cinselliği kullanış biçimi karakterlere derinlik de katıyor; Cal kendi çocuğuyla savaşırken babasıyla olan ilişkisini de düşünüyor bir yandan. Freud ayakta alkışlardı bu meseleyi. Shadwell’in yeteneği, ceketinin astarındaki efsunlu zamazingo sayesinde herkesi “satın alabilmesi”. Hayal satıyor, hemen herkesi etkisi altına alarak en çok arzulanan nesneyi isteyenlere veriyor ve ruhları damgalamış oluyor böylece. Arzunun kullanılış biçimi de çok başarılı.
Suzanna, Nazır Mimi’nin torunu. Deli kadının deli torunu olduğunu düşündüğü zamanlar var ama eski evinde bir başına yaşayan Mimi torununa her zaman daha fazlası olduğunu hissettirdiği için ninesini seviyor Suzanna, yaşlı kadın hastaneye kaldırıldığında ve Immacolata’nın halının yerini öğrenmek amacıyla yaptığı işkence sonucu öldüğünde çok üzülüyor, eski eve gidiyor ve Cal’le bu şekilde tanışıyor. Immacolata ve Shadwell’le de. Hatta Kahinsoylular tayfasıyla da.
650 sayfalık bu metin sadece Füg’ün kurtarılışıyla veya yıkımıyla ilgili olabilirdi ama değil; Füg’ün öncesi ve sonrası da meseleye dahil oluyor bir şekilde, hatta Musibet denen varlığın ortaya çıkışına da şahit oluyoruz. Mitik bir yıkım makinesi; zamanında dünyaları yok etmiş ve derinliklere çekilmiş. Uyandırılıyor, Cennet’in koruyucusu olduğunu düşünüyor ve çölün ortasında Cennet’i koruyor, Uriel olduğunu düşünmesi, varlığının anlamını tamamen kaybetmiş bir varlık olabileceğini sezdiriyor ki Barker da bu noktayı aydınlatmıyor. Çok kuvvetli bir varlık Musibet, Shadwell tarafından uyandırılarak İngiltere’ye getiriliyor ve son bir savaş için öfkeyle dolduruluyor. Olayların çözülüşü sırasında metnin ortalarında ortaya çıkıp kaybolan, sonrasında kilit bir role bürünen karakterleri görebiliriz, kaostan beliren bir düzeni temsil ederler. Her bir karakter ya anlatı boyunca oradadır, ya giderek kaybolur, ya da kaybolduktan sonra ortaya çıkarak değişimlere yol açar. Bilinmeyenin çekiciliğini hatırlatan bir kurgu tekniği.
Savaşlar, ihanetler, yıkımlar ve umut, en başta umut. Okurların bu metne gösterdiği ilgiden ötürü bazen bıktığını söylüyor Barker ama insanların neden bu metni çok sevdiklerini bildiğini de sıkıştırıyor araya; kötü zamanlar için iyileştirici bir anlatı saklı Dokudünya’da. Sıkıntının ortadan kalkabileceğini, tekrar ortaya çıkabileceğini, her ihtimalin gerçekleşebileceğini anlattığı için, insanların yaşamdaki konumlarını ve yaşamın doğasını hatırlattığı için, başka pek çok şey için beğenilebilir bu metin. Sırf bu yüzden okumaya değer, Barker’ın dehşetleri ve harikaları da cabası.
söz konusu yazar, yönetmen ve çok yönlü bir sanatçıdır. fantastik romanları çoğumuz severiz ancak fantastik olayların da bir ölçüsü olmalıdır, gerçeklikten ve beş duyuya hitap eden hislerden çok fazla uzaklaşmamalı. yazar içimizde bir karşılığı olmayan olaylar ve karakterlerle can sıkıcı bir romanı bitirme başarısı göstermiş. ben de bundan sonra bu yazarın romanlarını almama başarısı göstereceğim. yazarın gay olduğunu biliyorum. romanlarındaki ilişkilerin de iç bunaltıcı bir tarafı var. iyi bir yazar olmadığı karakterleri iyi yansıtabilecek potansiyele sahip kişidir.
Bambaşka bir dünya sunan, yer yer iğrendirip yer yer merakla hızla okumanızı sağlayan, Stephen King’in Ruhlar Dükkanı eserine de ilham verdiğini düşündüğüm kaliteli bir eser. Çevirmeni tebrik ediyorum, çok güzel bir iş çıkarmış, yazarın zaten tüm kitapları okunmalı.
Epik fantazi türünde okuduğum ilk kitaptı. Gerçekten yazar kendine yeni bir tür yaratmış.. Çok ilginçti.. Korku öğeleri baya fazla, dili yalın değil ama kitabı hem elimden bırakamadım hem de bazı yerlerde bu nasıl bir hayal dünyası bu kadar da olmaz deyip yarım bırakmak istedim.. Korku öğeleri fazla ama asıl beni iten şey, mide bulandırıcı unsurların çok olmasıydı..
Kitap Yorumları - (5 Yorum)
Barker’ın Onuncu Yıl Baskısına Önsöz’ünü sona bırakıp direkt metne giriştim. Hiçbir şeyin başlangıcının olmadığını söyleyerek açıldı, ilk an diye bir şeyin olmadığını, tek bir sözcüğün olmadığını, bir metnin, hikâyenin veya masalın nasıl başlayıp nasıl bittiği hakkında hiç kimsenin hiçbir şey bilemeyeceğini açıklayarak devam etti. Okur, İngiltere’nin somut dünyasından çok daha uzaklara, metafiziksel bir dünyaya fırlatılmış oldu böylece; anlatının yaratacağı biricik bir dünyada fizik kanunlarının dahi askıya alınabileceğini öğrendi ve anlatılan her şeye yarı masal, yarı gerçeklik sıkıştırmaya yönlendirildi ama destanın içinde gerçeklik öğelerinin de bildiği gerçeklik olmaktan çıktığını sezdi. Sonra hikâyelerin yavaş yavaş açıldığını gördüm, Dokudünya’nın yaratılarının olabildiğince kurmaca olan bildiğimiz dünyadaki yansımalarını -periler, cinler, öcüler, umacılar, deli deli şeyler- okuyarak dünyaları ayırma yetimi de yitirdim ki fantastik bir dünyanın yapması gereken de aşağı yukarı bu, özellikle böylesi masalsı olanının. Füg’ün güzelliğini, Füg’de yaşayan ve kendi destanlarından, anlattıklarından öğrendiğimiz kadarıyla yaratıkların bizim dünyamıza geçişlerini ve insanlarla olan ilişkilerini, yitirilmiş bir cennetin acısını hissettim. Yitirilen cennetin tekrar elde edilebilmesi için “guguk” denen efsunsuz insanların -mutlaka öncesinden örnekler de vardır ama tarihlerin yakın olmasından kıllanmıyor değilim; Rowling “muggle” kavramını Barker’dan çarpmış olabilir mi? Dokudünya 1987’de basılmış, Rowling ilk metni 1990’da yazmaya başlamış, bilemiyorum- sihirli varlıklarla işbirliği yapması, sihrin -efsunun- çok nadiren insanlar tarafından da kullanılabilmesi, efsunluların guguklar arasından seçtiği Nazır’ın korumasında Füg’ün dokunduğu halının varlığını sürdürmesi ve başka pek çok geçişkenlik, birliktelik, ihtilaf ve tartışmanın doğurduğu güç ilişkileri ele alınınca polislerin, trenlerin, otomobillerin dünyası bir anda modern bir masalın dünyasına giriveriyor, geçiş son derece doğal ve olay örgüsünde beklenmeyen şeylerin gerçekleşmesi gibi kurmaca kanunu yıkan pek çok etken bu olağanüstü dünyayı olabildiğince kaotik hale getiriyor. Kaos iyidir, yönlendirilmediğinizi hissedersiniz, yazarın boyunduruğundan çıkmışsınız gibi hissedersiniz, bu metinde olabildiğince serbestsiniz.
Okudum, sonrasında önsöze döndüm. Barker’ın yapmaya çalıştığı şeyi bir ölçüde anlattığı bölümlerde anlatı dünyası daha da belirginleşti. Anılarını tutmaya çalıştığını söylüyor Barker, çocukluğunda zaman geçirdiği çiftlikten, Galler’den ve yemyeşil topraklardan bahsediyor. Oraya tekrar döneceğini, bunun nasıl gerçekleşeceğini bilmediğini ama oraya döneceğini söylüyor. Metnin ortaya çıkışını bu niyetin yansıması olarak görüyorum, Füg’ün yıkılması ve Füg’deki kutsal mekanların yıkılması yetişkinliğin dünyasının çocukluğun anılarına bir saldırı olarak okunabilir bu açıdan. Makineler arasında yaşamaya çalışıyoruz ve çocuklukla bütünleşmiş köyler, bahçeler, insanlar kayboluyor, anılara tutunarak onların varlıklarını günümüze taşımaya, gri dünyadan bir ölçüde kurtulmaya çalışıyoruz, yapabileceğimiz tek şey bu. Proust’u andıran anı parçalarını bu kurtuluş çabasının orta yerine yerleştiren Barker, anıların veya şeylerin tutarlı olup olmadığını önemsemiyor, bir duygunun peşinden gidiyor ve masalsı dünyasında duygusunu yaşatmaya çalışıyor. Metni yazarken o dünyaya ait olduğunu, bir devam metni yazamayacak kadar o dünyadan uzaklaştığını da ekliyor. Karakterlerin boşlukları, cevaplanmamış sorular, hemen her şey o masalın içinde ve yoruma açık. Barker yazdığı metinden uzağa düşmüş ve sorulara bir cevabı olmadığını, okurların yaptığı veya yapmaları gerektiği gibi kendisinin de hayal gücüyle o cevapları verdiğini söylüyor. Tamamlanmayacak bir masal bu, metnin sonunda da herhangi bir son olmadığı, başlangıçtaki gibi bir bilinmezin sürdüğü söylendiğine göre yaşamla bir koşutluk da bulabiliriz; nedensellik bir çaba ve her an işler durumda, boşlukta sürüklenmek istemeyiz ama bir açıdan sürüklenmekten başka bir şey de yapmayız. Felsefeyle yeni sorular yaratırız, dünya biraz daha biçimlenir ve biçimlenmemiş boşlukla her karşılaştığımızda biraz daha dehşete düşeriz, kurguladığımız gerçekliğin ne kadar eksik olduğunu görüp korkarız, her zaman daha fazla bilinmeyen var olacağı için Genazino’nun dediği gibi, yaşamdan yaşamayı ummaktan fazlasını beklememek düşüncesiyle karşılaşıp dururuz. Dokudünya’yı tam da bu düşüncenin ortasına yerleşmiş gibi görünce, eh, zaten daha fazla soru sormayıp takip etmekten başka bir şey yapmadım. Hem karakterlerin hem de Barker’ın anılarından mürekkep bir anlatının fantastik ögeleri de belleğin bir yansıması olarak görülebilirdi, gördüm. “Dokudünya gibi bellek hakkındaki bir romana, ona damga vurmuş olaylardan dolayı değer verilmesinden daha mükemmel bir biçimle içerik beraberliği olabilir mi?” (s. 10)
Yaratıklar deyip durdum, Kâhinsoylular aslında. İşin kozmogonisine girmeyeceğim, ortaya çıkış biçimleri ve bildiğimiz gerçeklikle kurdukları bağı da anlatmayacağım, Barker anlatının içinde, diyaloglar vasıtasıyla dünyalar hakkında gereken bilgileri veriyor. Cal’den başlayabilirim, kendisi babasıyla birlikte yaşayan genç bir adam. İşi var, babasının yarış güvercinleriyle uğraşına yardımcı oluyor ve bir gün kuşların havada dönüp durduğu bir fenomene şahit oluyor, sonrasında kaçan bir güvercinin peşinden eski bir eve gidip halıyı görüyor. Dokunan bu halının içinde Füg gizli, Kâhinsoylular bu dokumanın içinde varlıklarını sürdürüyorlar ama hepsi orada değil, insanların dünyasında yaşayanları da var. Neyse, evin sahibi yaşlı bir kadın, sonradan Nazır olduğu ortaya çıkıyor, Kâhinsoylular’un atadığı bir nevi bekçi, halıyı koruyor. Belli bir hiyerarşi var, Kâhinsoylular kendi kendilerini demokrasiye benzer bir yapıyla yönetebiliyorlar ama fikir ayrılıkları da var tabii, anlatıdaki çatışmalardan bazıları bu ayrılıklardan doğuyor. Immacolata gibiler de Guguk Krallığı dedikleri insanların dünyasında dolanıp Füg’ü yok etmeye çalışıyorlar, kötücül güçlerden en başta gelenleri Shadwell ve Immacolata. Birbirlerini kullanıyorlar, amaçları farklı. Shadwell Füg’ü yönetmek isterken Immacolata ortadan kaldırmaya çalışıyor. Immacolata’nın Kâhinsoylular’dan nefret etmesinin sebebini bilmiyoruz, Barker bazı şeylere bir cevabının olmadığını söylüyor, yukarıdaki mevzu. Immacolata ve ölü kız kardeşleri tam bir dehşet yaratıcıları; kardeşlerden biri çiftleştiği erkeklerin çocuklarını doğurup savaşçı olarak kullanıyor. Amorf, iğrenç yaratıklar bu çocuklar. Barker’ın cinselliği kullanış biçimi karakterlere derinlik de katıyor; Cal kendi çocuğuyla savaşırken babasıyla olan ilişkisini de düşünüyor bir yandan. Freud ayakta alkışlardı bu meseleyi. Shadwell’in yeteneği, ceketinin astarındaki efsunlu zamazingo sayesinde herkesi “satın alabilmesi”. Hayal satıyor, hemen herkesi etkisi altına alarak en çok arzulanan nesneyi isteyenlere veriyor ve ruhları damgalamış oluyor böylece. Arzunun kullanılış biçimi de çok başarılı.
Suzanna, Nazır Mimi’nin torunu. Deli kadının deli torunu olduğunu düşündüğü zamanlar var ama eski evinde bir başına yaşayan Mimi torununa her zaman daha fazlası olduğunu hissettirdiği için ninesini seviyor Suzanna, yaşlı kadın hastaneye kaldırıldığında ve Immacolata’nın halının yerini öğrenmek amacıyla yaptığı işkence sonucu öldüğünde çok üzülüyor, eski eve gidiyor ve Cal’le bu şekilde tanışıyor. Immacolata ve Shadwell’le de. Hatta Kahinsoylular tayfasıyla da.
650 sayfalık bu metin sadece Füg’ün kurtarılışıyla veya yıkımıyla ilgili olabilirdi ama değil; Füg’ün öncesi ve sonrası da meseleye dahil oluyor bir şekilde, hatta Musibet denen varlığın ortaya çıkışına da şahit oluyoruz. Mitik bir yıkım makinesi; zamanında dünyaları yok etmiş ve derinliklere çekilmiş. Uyandırılıyor, Cennet’in koruyucusu olduğunu düşünüyor ve çölün ortasında Cennet’i koruyor, Uriel olduğunu düşünmesi, varlığının anlamını tamamen kaybetmiş bir varlık olabileceğini sezdiriyor ki Barker da bu noktayı aydınlatmıyor. Çok kuvvetli bir varlık Musibet, Shadwell tarafından uyandırılarak İngiltere’ye getiriliyor ve son bir savaş için öfkeyle dolduruluyor. Olayların çözülüşü sırasında metnin ortalarında ortaya çıkıp kaybolan, sonrasında kilit bir role bürünen karakterleri görebiliriz, kaostan beliren bir düzeni temsil ederler. Her bir karakter ya anlatı boyunca oradadır, ya giderek kaybolur, ya da kaybolduktan sonra ortaya çıkarak değişimlere yol açar. Bilinmeyenin çekiciliğini hatırlatan bir kurgu tekniği.
Savaşlar, ihanetler, yıkımlar ve umut, en başta umut. Okurların bu metne gösterdiği ilgiden ötürü bazen bıktığını söylüyor Barker ama insanların neden bu metni çok sevdiklerini bildiğini de sıkıştırıyor araya; kötü zamanlar için iyileştirici bir anlatı saklı Dokudünya’da. Sıkıntının ortadan kalkabileceğini, tekrar ortaya çıkabileceğini, her ihtimalin gerçekleşebileceğini anlattığı için, insanların yaşamdaki konumlarını ve yaşamın doğasını hatırlattığı için, başka pek çok şey için beğenilebilir bu metin. Sırf bu yüzden okumaya değer, Barker’ın dehşetleri ve harikaları da cabası.
söz konusu yazar, yönetmen ve çok yönlü bir sanatçıdır. fantastik romanları çoğumuz severiz ancak fantastik olayların da bir ölçüsü olmalıdır, gerçeklikten ve beş duyuya hitap eden hislerden çok fazla uzaklaşmamalı. yazar içimizde bir karşılığı olmayan olaylar ve karakterlerle can sıkıcı bir romanı bitirme başarısı göstermiş. ben de bundan sonra bu yazarın romanlarını almama başarısı göstereceğim. yazarın gay olduğunu biliyorum. romanlarındaki ilişkilerin de iç bunaltıcı bir tarafı var. iyi bir yazar olmadığı karakterleri iyi yansıtabilecek potansiyele sahip kişidir.
Bambaşka bir dünya sunan, yer yer iğrendirip yer yer merakla hızla okumanızı sağlayan, Stephen King’in Ruhlar Dükkanı eserine de ilham verdiğini düşündüğüm kaliteli bir eser. Çevirmeni tebrik ediyorum, çok güzel bir iş çıkarmış, yazarın zaten tüm kitapları okunmalı.
Güzel bir kitaptı tek sıkıntısı kitabın evreni beni tam içine çekemedi
Epik fantazi türünde okuduğum ilk kitaptı. Gerçekten yazar kendine yeni bir tür yaratmış.. Çok ilginçti.. Korku öğeleri baya fazla, dili yalın değil ama kitabı hem elimden bırakamadım hem de bazı yerlerde bu nasıl bir hayal dünyası bu kadar da olmaz deyip yarım bırakmak istedim.. Korku öğeleri fazla ama asıl beni iten şey, mide bulandırıcı unsurların çok olmasıydı..