“Herkes acı çekiyordu ya da çekmişti ya da çekecekti. Hayatın doğasında vardı bu.”Ölmek nasıl bir şey?Yaşayan en iyi öykücülerden biri olarak gösterilen George Saunders, uzun süredir merakla beklenen ilk romanında, bu can alıcı sorunun yanıtını arıyor. Oysa bu sorunun yanıtı meçhul; kimsenin bilmediği, bilse bile insanlara nasıl aktaracağını bilemediği, gizemli bir yanıt bu. Arafta kalan kişi, Amerikan İç Savaşı’nın kahramanı, eski başkan Abraham Lincoln’ın oğlu Willie Lincoln; ve ona eşlik eden onlarca başka hayalet… Herkes geriye dönmenin, Lincoln ise devam etmenin ve huzura kavuşmanın peşinde. Ancak bilmedikleri önemli şeyler var: Bazı darbeler, kırılgan insanlara fazla ağır gelebilir; darbeler insanı bitirebilir ya da zirveye taşıyabilir… Ezber bozan kalemiyle George Orwell, Kurt Vonnegut gibi yazarlarla karşılaştırılan George Saunders’ın, Lincoln’ın yedi yaşındaki oğlunu kaybetmesinden yola çıkarak, teatral bir atmosferde ve deneysel bir anlatım biçimiyle kurguladığı bu olağanüstü etkileyici kitap, ölüm, kayıp ve yas kavramlarına okurun hiç alışık olmadığı bir perspektiften yaklaşırken, dönemin Birleşik Devletleri’nin arka planını anlatmaktan da geri kalmıyor. Folio Ödüllü yazar, klasik roman kalıplarını yıktığı Arafta'da, sanat tarihinin heykel başyapıtlarından Michelangelo’nun ünlü Pietà eserine de çeşitli göndermelerde bulunuyor. Amerika ile aynı anda Türkiye’de de yayımlanan Arafta, zihin zorlayan kurgusu, alışılmadık biçimi ve acıyı bile bir mizah ögesi haline getirebilen üslubuyla, okurun önünde yepyeni ve deneysel bir patika açıyor. “Sevdiğimiz her şey sonlanmak zorundaysa sevmeye ve yaşamaya nasıl devam ederiz?” “Kimse acı, kayıp, talihsizlik ve mahrumiyet üzerine George Saunders kadar etkili yazamaz.” Michiko Kakutani, The New York Times
Çadırın ipeği kutsal bir ışıkla parlıyor, idea ipeği, gizlediği alanda geçişin son aşaması için birtakım ölçüm işlemleri yapılıyor. İsa-prens bizzat gözlemliyor, kalbi tartılacakların başında Osiris misali bekliyor, ki İsa’yla Osiris arasındaki benzerlikleri inceleyen müstakil bir eser mutlaka vardır, neyse, tek bir soru. “Nasıl yaşadın?” Bu, cevabı soranlar tarafından bilinen bir soru, önemli olan muhatabın kendiyle ilgili bir sorunun cevabını bilip bilmediği. Kitabın son bölümünde Saunders’la yapılmış bir röportaj var, Saunders orada İsa’nın bir sözünden etkilenip bu dürüstlük meselesini değerlendirdiğini söylüyor. İçimizdekini açığa vurunca kurtuluruz, açığa vurmadığımız müddetçe onun verdiği acıya mahkum olacağız, kısacası insan kendi cehennemini kendi yaratacak. Bir cevabında da Tibet metinlerinde insanın ölümden sonrasıyla ilgili ne düşünüyorsa onunla karşılaşacağına dair yazılanları irdeliyor Saunders, uzun süredir düşündüğüm ve biraz olsun inandığım bir şeydi bu, dengini bulmak güzel oldu. İyice dağıldı mevzu, soruya dürüstçe cevap verenler için ışıktan kapılar açılıyor ve Krallık’a bir yol açılıyor, kendini kurtaran ruhlar yolculuklarını mutlulukla tamamlıyorlar. Dürüst olmayanlar ipek çadırın bir anda insan etine dönüştüğünü, İsa-prens’in biçim değiştirerek Şeytan’a benzediğini görüyorlar ve acı çekecekleri mekâna doğru sürükleniyorlar, korkuları tarafından. “Dürüstçe söyle!” sözü yankılanıyor, Rahip Everly Thomas nefret ettiği dayısının sesiyle söylenmiş bu sözü işitir işitmez, kalbi tartılırken İsa-prens’in ve yardımcılarının aşırı karamsar tepkilerini görünce dönüp kaçıyor, kimse onu kovalamıyor. Herhangi bir kötülük yapmadığını söylüyor önce, Tanrı’nın Kelâmı’nı yaydığını, hayırsever biri olduğunu söylüyor ama kendinden emin değil, ara sıra şüpheye düştüğünü itiraf ediyor, lanetlendiğini düşünüyor. Gerçeği söyleyememek gibi bir laneti var, uzun süredir birlikte yaşadığı arkadaşlarına öldüklerini, arada bir yerde kaldıklarını söylemek istiyor ama emredildiği gibi sessiz kalıyor, gerçeği bir tek kendisi biliyor. Aslında öldükten sonra, bilinmeyen bir diyarda bile Tanrı’nın buyruklarını yerine getirmeye devam ediyor, insanların/ruhların düşüncelerini toparlamalarına yardımcı oluyor, çizgiyi aşmadan. Çoktan gidebilirdi, bir süre sonra gitmek zorunda ama görevinin onu orada tuttuğunu düşünüyor, en azından gidişini böylece geciktiriyor, kendisiyle yüzleşmeye henüz hazır değil.
İlginç bir teknik kullanmış Saunders, Willie’nin öldüğü gecenin ve sonrasının tanıklıklarını derlemiş, farklı kaynakları kullanarak olayları kronolojik olarak sıralamış. Bakış açıları değişince güzel bir karma-gerçeklik çıkmış ortaya; Abe’in gözlerinin gri, mavi-gri, gri-mavi ve mavi olduğu söyleniyor, hepsini denklemek bir sonuç çıkarmaya yetiyor. Saunders, bu iş için günlerini harcayıp sayısız kaynağı incelemiş, “romancı” kavramını “küratör”ü de içerecek şekilde genişletmiş, mevzu bahis pastiche aslında. Bu bölümler metnin büyük bir kısmını oluşturmasa da genişçe bir yer kaplıyor. Hayaletlerin yaşamlarının olduğu bölümlerde yine değişik bir iş var; diyaloglar ve monologlar halinde kurulan bir anlatı var, hayaletlerin sözlerinin altında isimleri yazıyor. Tiyatro metnine benzer bir metin, isimlerin altta olması dışında.
Sayısız hüzünler metni bu, kaybetmekle ve kabullenmekle ilgili. Daha çok kabullenmenin acısıyla ilgili. “Ah, çok hoştu, dedi hüzünle. Orada olmak çok hoştu. Ama geri dönemeyiz. Eskiden olduğumuz halimize. Tek yapabileceğimiz, yapmamız gereken şey.” (s. 382)
Öyle işte. Metin iyi. Çok iyi. Tez okuna.
Benim için zor bir kitap oldu. Bence belli bir okuma seviyesinin üstünde gibi geldi. Tabi kişiden kişiye değişecektir .Farklı bir anlatım tarzı var. Arafta olma olayını bile biraz fazla geç anlamış olabilirim. Birkaç sayfasını okuyup öyle alınması gerektiğini düşünüyorum.
Kitabı okumadan önce araştırmazsanız ilk birkaç bölümde neler olduğunu anlamakta zorluk çekiyorsunuz. Ne zaman ki gerçek anlamda “arafta” olmaktan bahsettiğini anlıyorsunuz o zaman elden bırakmak cidden zorlaşıyor.
Tiyatro gibi olması konusuna da katılıyorum, bu tarz anlatımları sevmiyorsanız ilginizi çekmeyebilir.
Kitap Yorumları - (5 Yorum)
Çadırın ipeği kutsal bir ışıkla parlıyor, idea ipeği, gizlediği alanda geçişin son aşaması için birtakım ölçüm işlemleri yapılıyor. İsa-prens bizzat gözlemliyor, kalbi tartılacakların başında Osiris misali bekliyor, ki İsa’yla Osiris arasındaki benzerlikleri inceleyen müstakil bir eser mutlaka vardır, neyse, tek bir soru. “Nasıl yaşadın?” Bu, cevabı soranlar tarafından bilinen bir soru, önemli olan muhatabın kendiyle ilgili bir sorunun cevabını bilip bilmediği. Kitabın son bölümünde Saunders’la yapılmış bir röportaj var, Saunders orada İsa’nın bir sözünden etkilenip bu dürüstlük meselesini değerlendirdiğini söylüyor. İçimizdekini açığa vurunca kurtuluruz, açığa vurmadığımız müddetçe onun verdiği acıya mahkum olacağız, kısacası insan kendi cehennemini kendi yaratacak. Bir cevabında da Tibet metinlerinde insanın ölümden sonrasıyla ilgili ne düşünüyorsa onunla karşılaşacağına dair yazılanları irdeliyor Saunders, uzun süredir düşündüğüm ve biraz olsun inandığım bir şeydi bu, dengini bulmak güzel oldu. İyice dağıldı mevzu, soruya dürüstçe cevap verenler için ışıktan kapılar açılıyor ve Krallık’a bir yol açılıyor, kendini kurtaran ruhlar yolculuklarını mutlulukla tamamlıyorlar. Dürüst olmayanlar ipek çadırın bir anda insan etine dönüştüğünü, İsa-prens’in biçim değiştirerek Şeytan’a benzediğini görüyorlar ve acı çekecekleri mekâna doğru sürükleniyorlar, korkuları tarafından. “Dürüstçe söyle!” sözü yankılanıyor, Rahip Everly Thomas nefret ettiği dayısının sesiyle söylenmiş bu sözü işitir işitmez, kalbi tartılırken İsa-prens’in ve yardımcılarının aşırı karamsar tepkilerini görünce dönüp kaçıyor, kimse onu kovalamıyor. Herhangi bir kötülük yapmadığını söylüyor önce, Tanrı’nın Kelâmı’nı yaydığını, hayırsever biri olduğunu söylüyor ama kendinden emin değil, ara sıra şüpheye düştüğünü itiraf ediyor, lanetlendiğini düşünüyor. Gerçeği söyleyememek gibi bir laneti var, uzun süredir birlikte yaşadığı arkadaşlarına öldüklerini, arada bir yerde kaldıklarını söylemek istiyor ama emredildiği gibi sessiz kalıyor, gerçeği bir tek kendisi biliyor. Aslında öldükten sonra, bilinmeyen bir diyarda bile Tanrı’nın buyruklarını yerine getirmeye devam ediyor, insanların/ruhların düşüncelerini toparlamalarına yardımcı oluyor, çizgiyi aşmadan. Çoktan gidebilirdi, bir süre sonra gitmek zorunda ama görevinin onu orada tuttuğunu düşünüyor, en azından gidişini böylece geciktiriyor, kendisiyle yüzleşmeye henüz hazır değil.
İlginç bir teknik kullanmış Saunders, Willie’nin öldüğü gecenin ve sonrasının tanıklıklarını derlemiş, farklı kaynakları kullanarak olayları kronolojik olarak sıralamış. Bakış açıları değişince güzel bir karma-gerçeklik çıkmış ortaya; Abe’in gözlerinin gri, mavi-gri, gri-mavi ve mavi olduğu söyleniyor, hepsini denklemek bir sonuç çıkarmaya yetiyor. Saunders, bu iş için günlerini harcayıp sayısız kaynağı incelemiş, “romancı” kavramını “küratör”ü de içerecek şekilde genişletmiş, mevzu bahis pastiche aslında. Bu bölümler metnin büyük bir kısmını oluşturmasa da genişçe bir yer kaplıyor. Hayaletlerin yaşamlarının olduğu bölümlerde yine değişik bir iş var; diyaloglar ve monologlar halinde kurulan bir anlatı var, hayaletlerin sözlerinin altında isimleri yazıyor. Tiyatro metnine benzer bir metin, isimlerin altta olması dışında.
Sayısız hüzünler metni bu, kaybetmekle ve kabullenmekle ilgili. Daha çok kabullenmenin acısıyla ilgili. “Ah, çok hoştu, dedi hüzünle. Orada olmak çok hoştu. Ama geri dönemeyiz. Eskiden olduğumuz halimize. Tek yapabileceğimiz, yapmamız gereken şey.” (s. 382)
Öyle işte. Metin iyi. Çok iyi. Tez okuna.
Benim için zor bir kitap oldu. Bence belli bir okuma seviyesinin üstünde gibi geldi. Tabi kişiden kişiye değişecektir .Farklı bir anlatım tarzı var. Arafta olma olayını bile biraz fazla geç anlamış olabilirim. Birkaç sayfasını okuyup öyle alınması gerektiğini düşünüyorum.
cok ıyı bır roman kesınlıkle okunmalı
Farklı bir okuma deneyimi oldu benim için ama iyi ki okumuşum diyebilirim..
Kitabı okumadan önce araştırmazsanız ilk birkaç bölümde neler olduğunu anlamakta zorluk çekiyorsunuz. Ne zaman ki gerçek anlamda “arafta” olmaktan bahsettiğini anlıyorsunuz o zaman elden bırakmak cidden zorlaşıyor.
Tiyatro gibi olması konusuna da katılıyorum, bu tarz anlatımları sevmiyorsanız ilginizi çekmeyebilir.